20 Temmuz 2020 Pazartesi

AĞAÇLARI ve YILDIZLARI ISKALAYAN HAYATI ISKALAR!


Selçuk Altun'un "Ardıç Ağacının Altında" adlı romanında rastladım "Ağaçları ve Yıldızları Iskalayan Hayatı Iskalar" özdeyişine.  Roman, Tirebolu'da güngörmüş dedesi tarafından büyütülen bankacı, sanat koleksiyoneri, çapkın Erkan'ın çocukken dedesiyle bahçelerindeki Ardıç ağacı altındaki sohbetleriyle, olgunluk çağında aynı ağacın altında yaptığı yaşam muhasebesini anlatıyor. Dededen işitilen Ağaçları ve Yıldızları Iskalayan Hayatı Iskalar öğüdü ile de ara ara okur yoklanıyor. İşte o okurlardan biri olarak, bu söze Anadolu'nun Karadeniz'e kapısı Ilgaz Dağı'nda bir çadır kampında yakalanınca, 1910 metre yüksekte Gökseki Yaylası'ndaki misafirliğimizi, ağaçlarla, yıldızlarla bir olmak neymişi anlatmak şart oldu.  Şehirli, doğasever yüksek dozda oksijene maruz kalınca, tekrar kaleme/klavyeye sarıldı...



Kapak Resmi: Leonardo da Vinci, Ginevra de' Benci Portresi

Corona tedbirleri tedirginliğinde çadır kampına gitmeye karar vermek te hazırlanmak ta kolay olmadı. Açık havadayız (fazlasıyla), küçük bir grubuz telkinleriyle, biz de varız diyebildik. İnsanın kendi sağlığı, toplum sağlığı için uyması gereken asgari kuralların ötesinde risk, tedbir algısı çok değişebiliyor. Alıştığımız yaşantılardan vazgeçmenin, hayatı ıskalamanın burukluğunda hepimiz bir denge bulmaya çalışıyoruz. Ezcümle, çadır, uyku tulumu gibi malzemeler temin edildi, yollara düşüldü.

Ankara'nın kuzey çıkışında Kalecik, Çankırı derken bozkırı geride bırakıp, Karadeniz'in dağına ormanına varıyoruz. Yola çıktığınız andan itibaren insanın gözü kulağı farklı olanı seçmeye başlıyor. Önce yavaş yavaş şehrin kalabalığı çekiliyor. Salgın sonrası şehirlerdeki nüfus yoğunluğunu daha bir hisseder olduk. Hava kirliliği, trafik, altyapı yetersizliği alıştığımız birşeydi de, hastalık riski stresi artırdı. Köyden kente göçü konuşuyoruz yolda. Gideceğimiz yaylada tanıdıkları olan arkadaşımız anlatıyor, yörede kentte işi olmayan gence kız vermiyorlarmış diye... Şehirler, yaşam tarzı, iş olanaklarıyla cazibeli görünüyor. Yine de iklim krizinin tüm dünyanın ortak meselesi olduğu günümüzde, yüksek nüfusun, şehirlerdeki yoğunlaşmanın temel problem olarak görüldüğüne bir not düşelim.

Taş, tomruk düşebilir, Ayı çıkabilir...

Kastamonu tarafı, Ilgaz bölgesi ayılarıyla ünlü malum. Gitmeden yaban hayvanlarına karşı kampçıların dikkat etmesi gerekenleri araştırdım dahası köyde yaşayanlardan ayıların bu mevsimde daha aşağılarda orman meyvelerinin tadını çıkardığını, yavrularını beslediği bilgisini alsam da, yolda Karayolları Genel Müdürlüğü'nün karşıdan karşıya geçen ayı tabelasını görünce aldı mı gene bir korku... gece yatmadan, -Allahım yattığım gibi kalkmayı nasip et teslimiyetiyle, gözlerimi kapatabildim.

Yaylaya çıkmadan Çatören'de köyün sakinlerinden Mustafa Bey ile yaptığımız sohbette bu sene yağmurlardan orman coştu, devletin kredileriyle manda yetiştiriciliği yapıyoruz gibi havadisleri alıp, çayını içtikten sonra, traktör pikap önde bizim arabalar arkada, hep beraber kamp yerine hareket ettik. Yazın ortasında Karadeniz'in dağlarında çiçekler, dere hala ilkbahar... 

Bu ne güzel memleket, yüksek dağlarında kış,
Yollarında sonbahar, deresinde ilkbahar
Altın günışığında yazın sıcaklığı var

İnebolu, 1921, Nazım Hikmet

Fotoğraf: Gökhan Koçak

Orman yolu kenarında birikmiş tomruk dizilerinin eşliğinde kıvrıla kıvrıla varıyoruz Gökseki'ye. 50 km.'lik oval bir kütle olduğu söylenen Ilgaz Dağları'nın Büyükhacet (2587 mt) ve Küçükhacet (2546 mt) zirveleri, serin rüzgar ve civar çayırlarda salınan ineklerin çan sesleri karşılıyor bizi. Derin birkaç nefes ile nerede olduğumuzun farkına varıp, Küçükhacet'in eteğinde, suya yakın, çadır kurmaya uygun bir yer belirleyip, işe girişiyoruz.



Fotoğraf: Hüseyin Sarı


Fotoğraf: Gökhan Koçak


Fotoğraf: Gökhan Koçak

Fotoğraf: Hüseyin Sarı


İlk kez kamp çadırı kurmanın acemiliği belli oldu ki, yakınlarda sürüsüne gözkulak olan, çobanlık yaptığını tahmin ettiğimiz Orhan yanımıza yaklaşıp, (rahmetli babamın adaşı olunca ismini hemen öğrendim.) gece rüzgarda uçar bu çadır uyarısıyla, önce çadırın yerini sonra çaktığımız kazıkları beğenmedi. Çadırınızı sağlam kazığa bağlamak istiyorsanız, büyük taşlar bulmanız lazım dedi. Bakındım etraf çayır çimen, taş yok. 5 dakika geçmedi, irili ufaklı bir çuval taş, bir de büyük çekiçle çıktı geldi sağolsun. Öğrendik ki, Orhan askerliğini komando olarak yapmış, 17 kişilik çadırlar, kurarlarmış... 



Şanslıydık, gece fırtına, yağmura yakalanmadık. Nemli soğuktan ve yaylanın seslerine kulak kesilme merakından sık sık uyandım. Bir ses vardı ki, gece boyunca bütün mekana hakim ve adeta hizaya getiren bir tonda uzun uzun yankılandı. Sabah arkadaşlara -neydi o ses ya, diye hayretle sorduğumda, -baykuş o baykuş, dendi konu kapandı. NTV Radyo'da Şehir Kuşçusu programında gece baykuşu'nun anlatımına rastlayınca geçenlerde, internetten ses kayıtlarını dinledim ama yok o değil. Ya bizim kuşun nefesi kuvvetliydi ya da yayla ortamında ötüşü bir başka yankılanıyordu bana...

Büyükhacet'e zirve yapmadan dönmeye razı olmayan dağcı ekip sabaha karşı saat beşte yola çıktı... Önceki gün yaptığım yürüyüşten memnun, biraz da "durma" ihtiyacıyla,
 kahvaltı hazırlamakla görevli gruba katıldım.  Dağ şartlarında kahvaltı, çay, menemen hazırlığı da başlıbaşına bir iş. Biz de o heyecanla vazifemizi yaptık.


Fotoğraf: Hüseyin Sarı

Mustafa Bey'in oğlu Hakan ince bir misafirperverlikle kahvaltı için taze sağılmış, kaynatılmış süt getirdi.  Plastik kredi kartlarımızı uzatarak marketten almaya alıştığımız sütten bir hayli yağlı, kokulu sütü içerken, az önce sabunla elimi yıkadığım yalakta yanıbaşımda su içen mülayim ineği düşündüm... Hay Allah, sabun hayvancağızın suyuna karıştı gibi ekolojik farkındalıklar böyle ortamlarda en basit haliyle, doğrudan yaşanıyor.

İnsan eliyle kurulan şehir düzenlerimizde doğayla bağımız zayıflayınca, doğanın güzelliğini yaşamak, koruma sorumluluğu ve hatta doğanın bir parçası olduğumuz için kaderimizin de aslında bir olduğu gerçeğini anlamak kolay olmuyor.  Bu anlayış ve yakınlaşmanın en kolay yolu doğada vakit geçirmek belki de. İnsana fiziksel, psikolojik faydasını bilim de onaylıyor.  Teknoloji bağımlılığı ve Corona nedeniyle kapalı kalma konularına hiç girmiyorum...

Güneş batmaya yakın gökyüzünde -Mai ve Siyah sonra -Kızıl ve Kara'nın karışması seyirlikti.  Gece yakılan kamp ateşinde, önce yıldızların ışıltısı ardından da Küçükhacet'in arkasından parlak temiz bir beyaz ışık olarak yükselen ay gecemizi aydınlattı.  4 Temmuz'daki Dolunay'ı Ankara'dan resimleyen sosyal medya fotoğraflarındaki sarımsı ve dalgalı ayın bizim gördüğümüz ay ile ilgisi yoktu. Hava kirliliği ya da zamanlama farkı mı emin olamadım.

Fotoğraf: Gökhan Koçak

Fotoğraf: Gökhan Koçak


Fotoğraf: Gökhan Koçak


Fotoğraf: Gökhan Koçak

Yazıyı bitirirken, hatırlanmazsa olmaz -Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın- eşliğinde, burada ismi geçen geçmeyen tüm kamp arkadaşlarıma ve yazıyı buraya kadar okuyan herkese selam ederim, sağlıcakla ve doğayla kalın...

22 Şubat 2020 Cumartesi

"ÖLÜ CANLAR" "AKILLI YÜREK"lere NE ANLATTI?

...
-İnan ki, sıradan bir insanın yapamayacağı bir işe girişmiş bulunuyorum.  Bu roman sanat hayatımın doruğu, önemli bir dönüm noktası olacak...gerektiği gibi gerçekleştirebilirsem.  Yepyeni, görülmemiş, duyulmamış çok değişik bir konu üzerine kurulmuş, anıtsal bir yapı. Çeşitli kişiler, bir alem! Adımı taşıyacak ilk gerçek eserim olacak!

Rus edebiyatının öncüsü  Nicolai Gogol, başyapıtı "Ölü Canlar"ı yazmaya çalışırken, 1835 yılında arkadaşı Aleksandr Puşkin'e yazdığı mektubunda böyle sesleniyordu... İnsan yazarın bu samimiyet ve heyecan yüklü satırları hatırına bile "Ölü Canlar"'ı okuyabilir...



-Nicolai Gogol-
1809-1852

İşyerinde bir grup kitapsever arkadaş ile kurduğumuz "Akıllı Yürek" Kitap Kulübünde ilk kitap olarak Gogol'un 1842 yılında yayınladığı Ölü Canlar'ı okuduk geçtiğimiz haftalarda.  Gogol'ün canlı bir mizah ile harmanladığı güçlü yergi dilini, alem kişilerini keşfetmek, yazarın yaşamını, kitabı yazım, yayınlatma sürecini, eserin bugüne etkilerini tartışmak, birbirimizden öğrenmek, zenginleştirici bir deneyim oldu. Bu satırlara geldiyseniz artık anlaşılmıştır -"Ölü Canlar" "Akıllı Yürek"lere ne anlattı? başlığında kastettiğim, bu okumadan kalan izleri paylaşmak. Bu arada kulübün ismini merak edenlere not,  Akıllı Yürek* deyişi edebiyat'ı temsil ediyor.

Gogol'un sadece Rus edebiyatını değil, dünya edebiyatından pekçok yazarı üslup olarak derinden etkilediği kabul ediliyor.  Bu etkiyi anlamak için Dostoyevsky'e atfedilen "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık." sözünü hatırlamak yeterli olacaktır.

Gogol'un başyapıtının keyifle okunması, cazibesi yanında, kitabın bir bakıma yazarının mahvına sebep olması gibi üzücü, trajik bir yönü de var. Hem kitabı, hem de yazarın hayatına etkisini bahsetmeye çalışacağım yazıda. Kitaptan başlayalım öyleyse...

Ölü Canlar Ne ola ki ? Konusu Ne?

Bir zamanlar orta düzeyde bir memur olan, ne yakışıklı ne çirkin, ne şişman ne zayıf, her yönüyle orta halli, parlak bir zekaya sahip olmayan, aşırı kibar, hafif boynu bükük, mütevazi Çiçikov'un Rusya'nın bozkırında, at arabasıyla, iki uşağı eşliğinde yaptığı seyahatlerinde, Çarlık Rusya'sının toprak sahiplerine yanaşarak, onlara ölmüş ancak yenilenmeyen nüfus sayımları nedeniyle kağıt üstünde yaşar görünen ve vergi ödedikleri köylülerini, canlarını satın alma teklifini anlatıyor.  
Çiçikov'un amacı kağıt üstünde sahip olduğu canları teminat göstererek toprak almak, toplumda bir yer, isim edinmektir.  Çiçikov kısa yoldan zengin, toprak sahibi ve saygın bir kişi olma yanına arada bir de aile kurmayı hayal etmektedir.  Baş karakterin yanısıra roman boyunca karikatürize edilmiş denecek kadar uç özellikleri olan çiftlik sahiplerinin bu ahlaksız teklife karşı tutumları, kişilerin, bürokrasinin, toplumun her kesiminin yozlaşması, amansız bir hicivle ancak bir o kadar da neşeli, özgür bir tonda aktarılıyor.  
Konu insanlık yönüyle rahatsız edici olsa da, mizahın gücüyle karanlık bir roman değil.  Kitapta, doğal olarak Rus kültürü, toprağı, dili, yeme içmesi ki, bayağı önemli bir yer tutuyor yemek konusu, uzun uzun anlatılıyor. O balıklı börekleri, soğanlı sucukları, mersin balığını yemek, uçsuz bucaksız yollarda yolculuk yapmak istiyorsunuz okurken.

Dil konusunda herkese kendi anadili tatlı geliyor olsa gerek, Gogol kitapta Rusçayı başka dillerle kıyasladıktan sonra bir ara diyor ki "Hiçbir söz yoktur ki yürekten kopup gelen, canlı, yerinde, güçlü Rusça'nın yerini alsın." Bu kısım bana bir başka yazarın, Albert Camus'nun "Benim anavatanım Fransızcadır." sözünü anımsattı. Yazı insanları için dil ne demek, kimliği, ruhu nasıl etkileri göstermesi bakımından ilginç.

Yazarın en duygusal olduğu konular, Rusya'nın kalkınma sorunu, ekonomik olarak geri kalması, toplumsal meseleleri.  İnsanın açgözlülüğünü, hırsını simgeleyen karakterler, insan ilişkileri, diyaloglar ise en renkli, keyifli bölümler.

Ölü Canlar Her Yerde !

Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli nokta da, "Ölü Can" kitapta sadece köylü/köle alışverişini değil, hayata bağlılıklarını, heyecanlarını yitirmiş, yaşamın içinde akıp giden, adeta canı çekilmiş, insanları da simgeliyor. "Ruhu canlandıracak kişiler" tabiri kullanıyor mesela böyle olmayanlar için.

Ölü Ruhlar mı, Ölü Canlar mı?

Batı dillerinde kitap "Ölü Ruhlar", "Dead Souls", "Les Ames Mortes" başlığı ile anılırken, Türkçe çevirideki -ölü can- ifadedeki zıtlıktan ötürü bana çok daha etkili geliyor.  Orijinalindeki kelime hem can hem ruh anlamına geldiği için bu ikilik doğmuş çevirilerde.



-Türkçe "Ölü Canlar"-

Gogol Ölü Canlar'ı 1841'de tamamlamış, sansüre sunmuştu. Sansür romanın adını ve yergi yönünü sakıncalı buldu, değiştirilmesini istedi. Bunun üzerine Gogol romanı "Çiçikov'un Maceraları ya da Ölü Canlar" adı altında 1842 yılında yayınlayabildi. Bir de düzyazı, roman olan eserini "poem" yani şiir diye niteledi... Bu ilk baskıyı yansıtan Türkçe kapak bulamadığım için Fransızcasını görüyorsunuz aşağıda.


-Çiçikov'un Maceraları- 
ya da 
-Ölü Canlar-
-Şiir- 
1842

Küçük yaşlarından itibaren oyun ve şiir yazan Ukrayna doğumlu yazar "Müfettiş", "Palto" ve "Burun" isimli eserlerinin getirdiği büyük başarı ve ünün ardından Rusya hakkında uzaktan, belli bir mesafede daha iyi yazabileceğini düşünerek, Avrupa seyahatine çıkar ve bir süre Roma'ya yerleşerek, Ölü Canlar'ı büyük ölçüde Roma'da yazar.


-Gogol'un Roma'da geçirdiği zamanın anısına Roma'da bulunan plak-

Çeşitli kaynaklarda Gogol'ün Ölü Canlar'ı Dante'nin 3 bölümlük İlahi Komedya'sının modern çağdaki temsili gibi 3 bölüm halinde yazmayı planladığı belirtiliyor.  Çiçikov'un sahtekarlıklarının, insanın, toplumun kötü yönlerinin anlatıldığı, Dante'nin eserine kıyasen Cehennem sayılabilecek birinci bölümden sonra kahramanın erdemli bir insana evrilmesi, üçüncü bölümde ise toplumun dirilişini anlatmayı planladığı belirtiliyor.  Gogol ikinci bölümü yazar ancak üretkenliği ve yaratıcılığı azalmıştır ve düştüğü derin bunalımın etkisiyle 1852'de yazdıklarını yakar. Kurtarılan kısımlar ve arkadaşlarının karalamaları bulup temize çekmesiyle bugün okuduğumuz eser ortaya çıkar.  Yakma hadisesini izleyen 9. günde yeme içmeyi reddeden büyük yazar hayatını kaybeder.  Hayata ızdırap içinde, yazdıklarını yakarak veda ettiğini öğrendiğimde, irkildim ve hüzünlendim.  Kitapta bugün çok ta alışık olmadığımız bir üslupla, ara ara kendisi olarak, yazar olarak konuşuyor, anlatıcı olarak halini, duygularını, güçlüklerini paylaşıyor, okurla bağ kuruyordu, sanırım bundan kaynakladı duygularım.

-Kitabın 1846'da yayınlanan ikinci baskısına Gogol'un tasarladığı Kapak, 
-Konuyla ilgili birçok görsel detay içeriyor-

Kitaptan Alıntılar ile bitirelim.


"Dünyayı görmek, değişik insanlarla tanışmak, canlı bir kitap okumaya benzer, başlı başına bir bilim sayılır."

"Korku vebadan da bulaşıcıdır"

"Bugünün ateşli gencine ihtiyarlıkta alacağı şekil gösterilse korkuyla irkilir."

Ne anneye ne babaya yeni doğan birine benziyor.

"Bilgeliği bazen diz çöktürüyordu."

"Şehirlerin yemek içmek kadar dedikoduya da ihtiyacı vardır."

"İnsanın bir emeli olduktan sonra artık amacı ona ulaşmak olmalıdır arada söylenen boş sözlerin ne kıymeti var."

"Çiçikov uyuyor ama konuştuklarımızı duyabilir yazar kahramanı ile asla bozuşmaz daha iki bölüm var önümüzde."

"İnsanlık tarihinde büyük hataların yapılmasına rağmen insanlar buna rağmen gündüz güneş, gece ayışığının aydınlatmasıyla bu kör karanlıkta yürürler."

"Bunları yazıyorum diye yurtseverler beni suçlayacak, "vatanın namusuna dokunacak bir olayı" anlatıyorum diye. Yabancılar ne der ne gereği var gibi..."

"Acaba içimizden hangimiz için din inancıyla dolu olarak kendini dinleyerek sessizce şu güç soruyu sorabilir
"Acaba bende de Çiçikov'dan bi parçacık yok mu? "

“Yarara bakın, güzelliğe değil. Güzellik kendiliğinden gelir. En iyi, en güzel kentler kendiliğinden inşa edilen kentlerdir.”

"Bence bu işi tatlılıkla halletmek mümkün, herşey aracıya bağlıdır."

"Balık bulanık suda avlanır. ..Karıştır...."

"Herşeyin başında sükunet gelir."

"Tavuğun tüyünü yolarken bile bağırtmaz."

"Yoksul bakımsız ve dağınıksın.
Sen açık boş tekdüze bir düzlüksün
Göze batan, göz kamaştıran hiçbirşey yoktur."

"Efendim aramızda hangimiz iyidir gerçekte..."

"Bilgeliğin, saygının, güvenin sırlarını açın bana."

"Zengin olmak isterseniz hiç olamazsınız, zengin olmak için zamanı unutarak çok çalışmak gerekir."






* Akıllı Yürek, Un Coeur Intelligent, Alain Finkielkraut







































10 Şubat 2020 Pazartesi

OKUL ÖNCESİ ÇOCUKLARA İNGİLİZCE ÖĞRENİRKEN YARDIMCI OLABİLİRSİNİZ !



İngilizce öğrenmek, etkili biçimde yazıp konuşabilmek başta öğrenciler, anne babalar, eğitimciler olmak üzere çoğumuzun meselesi.  Hatta milli bir mesele de denilebilir.  Ortaokulda, lisede yıllarca İngilizce derslerine girip verim alamayan, devlet okullarının dil eğitiminden tatmin olmayan dünün öğrencileri,  bugün İngilizce çocuklarının önünde bir engel değil fırsat olsun diye türlü fedakarlıklarla çocuklarını kolejlere, özel derslere gönderiyor.  Başka ülkelerde de benzer çabalar var. Nasıl olmasın, gittikçe küçülen, global köyümüzde bugün kültürel, sosyal, mesleki ilişkiler hep İngilizce üzerinden kuruluyor.  

İngilizce öğrenme yaşı şehirlerde okul öncesine inmişken, bu erken dönemde anne babaların çocuklara destek olabileceğini yaşayarak gördüm ve bu deneyimimi paylaşmak istedim.  Öğretmen ya da eğitimci olmadığım için yazdıklarımı "Hekimden değil çekenden sor." demişler tadında okuyabilirsiniz.  Önerilerin yalnız dil öğrenmeye değil aynı zamanda çok daha değerli bir şeye, çocuğunuzla bağ kurmaya, güzel hatıralar biriktirmeye yarayacağını da düşünüyorum.    

 Kızım Bahar 4.5 yaşındayken, 1 yılımızı geçirmek üzere İngiltere'ye taşınmamız gerekti.  Bu bir yıllık zaman zarfında, annesi üniversitede yüksek lisans/master yapacak, kendisi de bir ana okulunda dil öğrenecekti.  Kulağa çok güzel, pratik geliyor değil mi, hatta dört beş yaşlarında İngiltere'de bulunma imkanı olan bir çocuğun İngilizceyi öğrenmesinden daha kolay, doğal ne olabilir diye de düşünebilirsiniz.  Doğru -6 aylık- bir süreçte, bu yaştaki çocuklar dile uyum sağlamaya başlıyor.  Ama o 6 ayı çocuğun hangi duygu ve çabayla geçirdiği de hiç hafife alınmamalı. Yaşarken dışarıdan bakıldığı kadar rahat ve hızlı geçmiyor o günler.  Zira, ülke değiştirmek aynı zamanda çocuğun bildiği, alıştığı, evini, okulunu, arkadaşlarını, akrabalarını geride bırakıp, bütün bunların bir başkası ile doldurulmaya çalışıldığı, anlamadığı yabancı bir dilin konuşulduğu ortama geçmek anlamına geliyor.  Öte yandan çevrenizdeki 4 yaş çocuklarından gözlemlersiniz, bu yaşta çocuklar genellikle artık kendini neredeyse bütünüyle ifade edebilen, ilgi çekmekten, rekabet etmekten hoşlanan yapıda olur.  Hal böyleyken, bilmediği bir dilin konuşulduğu okula, sınıf ortamına başlamak çocuğun birden sağır dilsiz olmasıyla eşdeğer adeta... 


  
Ekim 2007, Londra

  Kızım için zorlu ama verimli de olabilecek bu bir yılı nasıl sağlıklı bir şekilde geçiririz diye düşünürken, ilk iş bir okul bulmak oldu.  İngiltere'de 5 yaşını doldurmuş çocuklar için okula başlama zorunluluğu var.  4.5 yaş içinse devletin bir yükümlülüğü yoktu.  Buna karşın Londra'da, Islington semtindeki Hugh Myddelton İlkokulu Bahar'ı Anaokullarına (reception class) kabul etti, o günkü anlayışı bugün hala şükranla anıyorum.  




Hugh Myddelton İlkokulu dışarıdan bakıldığında fiziki imkanları son derece mütevazi olmakla beraber bir yıl boyunca hergün farklı kitapla öğrencisini eve gönderecek kadar geniş kütüphaneli, 
anasınıfında projeksiyon cihazı, bilgisayarı olan, Ofsted (Office for Standards in Education, Eğitimde Standartlar Dairesi) puanı yüksek, başarılı bir okuldu.  
      
Okul iyi hoş ta olsa, dil engelinin zorlukları mutlaka yaşanıyor.  Çocuğun derdini anlatmaya, kendini ifade etmeye başladığında daha kolay uyum sağlayacağını düşünerek, anne baba evde destek vermeye çalışıyor, uzun uzun evde kitap okuyoruz.  Akıllı telefon, tablet çağında değiliz henüz... hatta ilk zamanlar evde internet yok, televizyon yok, o kadar yani...    

Derken birgün, Bahar okula başladıktan iki ay sonra üniversitenin kütüphanesinde çalışırken, gazetede bir haber gözüme ilişiyor.  Çocuklara müzikle, şarkılarla kolay İngilizce öğretin "SingIn" kampanyasına katılın, şu filmleri, müzikalleri seyredin türünden bir haber.  Londra, 70 milletten yabancının, ailelerin geldiği bir başkent olunca, bu insanların topluma kolay uyum sağlaması için kamu hizmetleri eksik değil. Bu kampanya da o türden bir girişimdi sanırım.  Haberi okuyunca heyecanlanıp, hemen en çok önerilen "The Sound of Music" filminin dvds'sini almak için Angel metro istasyonundaki Borders kitapçısında alıyorum soluğu. 


"The Sound of Music" 

("Neşeli Günler" olarak biliyoruz biz)

"The Sound of Music"  bizde bilinen adıyla  "Neşeli Günler", sinema tarihine geçen bir müzikal drama. Film, annelerini kaybeden 7 kardeşin, asker babalarının disipliniyle Avusturya Alplerinde geçen yaşamına, müzik ve doğa tutkunu çocuk bakıcısının (sadece bakıcı demeye gönlüm razı olmaz, Maria, Julie Andrews) katılmasıyla renklenen hikayesini anlatıyor. Maria dağlarda, evde çocuklara notalar ile müziğin dilini öğretirken, akılda kalan güzel şarkı sözleriyle de bize, dil öğrenmeye yardımcı oluyor.
....



Do-Re-Mi
The Sound of Music 

When you read you begin with A, B, C
( Okumaya A, B, C ile başlarsın)

When you sing you begin with Do, Re, Mi
(Şarkı söylemeye Do, Re, Mi ile başlarsın)
...  

Aralık ayındaki uzun Noel tatilinde evde defalarca izlediğimiz bu müzikaldeki şarkıları yalnız dinlemekle kalmadık, öğrenmeye yardımı olsun diye şarkıları resimledik, yazıya döktük beraber.  Nasıl mı, işte aşağıdaki resimdeki gibi.


                              Do-Re-Mi şarkısını anlamak ve ezberlemek için resmini çizdik.

Sonra ne oldu...Ocak ayı başlarında tatil dönüşü okulun ilk günü, bahçede sınıf sırasında beklerken Bahar beni çekiştiriyor, öğretmenime (Stephanie Taylor, onu da sevgiyle anmış olalım) şarkı söyleyeceğim diye.  Daha önce hiç yaptığı birşey değil.  Gittik yanına öğretmenimizin, söyledim bir şarkı söyleyecekmiş size diye.  Başladı şarkıya "Do a Deer, a female deer, re, a drop of golden sun...", öğretmenin ve benim şaşkın bakışları altında tamamladı... Şarkı çocuğun, öğretmenine karşı güven duyan, kendini göstermek isteyen sesi, öğrenmemizde bir eşik olmuştu sanki.  Bugün bile o tanıdık melodiler kulağıma geldiğinde, anneannesinin, kızımın deyimiyl, 50 metrekarelik, kutu evimiz gözümde canlanıyor.  

On gün sonra da okul çantasından aşağıdaki kart, takdir belgesi çıktı, "Getting more confident with speaking in class." "Sınıfta konuşurken daha güvenli olmaya başladı." yazılı.  


"Getting more confident with speaking in class." 
"Sınıfta konuşurken daha güvenli olmaya başladı."
(18.01.2008)

İngiltere'de anaokullarında dil öğretirken kullandıkları "phonics", "Jolly Phonics" yönteminden de yararlanabilirsiniz eğlenceli bir şekilde.  Phonics yaklaşımında,  her harf, bir ses, eylem, şarkı ve hatta bir hikaye ile bağlanarak akılda kalıyor. Aşağıda gördüğünüz resimden daha ileri bir uygulaması var aslında, video linki yardımcı olabilir. 




Bu da bizim, Phonics kitabımız

Jolly Phonics


Ants on the apple... eee
Balls are bouncing.... bıh bıh bıh
Caterpillars coughing... kıh kıh kıh
Dolls are dancing.... dıh dıh dıh
Eggs in the Eggcup... eee
Flies are flying... fı fı fı
Goats are giggling... gı gı gı
helicopter hovering... hıhıhı
insects itchy.. iiii
....

Kendi resimleme, oyun ve şarkılarınızla "yaparak öğrenmeyi" deneyebilirsiniz.  




Çocukların ve hatta yetişkinlerin hikaye, müzik ve oyunla öğrenmekten keyif almasını sağlayacak birkaç öneri ile bitirelim. 




















My Favourite Things
The Sound of Music 





"Sixteen Going on Seventeen"
-The Sound of Music-