17 Aralık 2019 Salı

"Yalnız Olmadığımızı Bilmek için Okuruz".. Kitap Kulüpleri ve Bir Pırlanta olarak SUAT DERVİŞ




Hayatın bitmeyen değişimine ayak uydurmak ve büyümek zorunda olduğumuzu bilir, bir yandan da, ardımızda kalan güzellikleri içimizden uğurlarken zorlanırız. Sözgelimi biten bir aşk, aşkın bitmeyeni var mıdır? İnanmıyorsanız, Charles Aznavour'u -aşk bir gün gibidir, gelir ve gider (1) şarkısında dinleyin. Evladınızın mazide kalan bebekliği, gençliğiniz, güzelliğiniz, anne babanızın güven veren varlığı, eski dostlar, bazen sağlığınız ve hatta tüm varlığımız geçicilikle malül...

Artık bir rüya misali geri getirilemeyecek ve "geçmiş" sıfatını kazanmış bu anları zihnimizde canlandırmak bazen de anlamlandırmak için müzik, şiir, edebiyat insana iyi geliyor, yalnız olmadığımızı bildiriyor bize. "Yalnız olmadığımızı bilmek için okuruz". Bu cümle, Antony Hopkins’in başrolünü oynadığı 1993 yapımı ve Narnia Günlükleri kitabının yazarı C.S. Lewis’in hayatını anlatan “Shadowlands, Gölge Topraklar” isimli filmde geçiyordu. İz bırakan, paylaşılmadan durulamayan cümlelerden biri işte. Sanat, okumak yalnız olmadığımızı bildirmekten öte yaşanmışlıkları, hakikati, duyguları enine boyuna didikleyen bir hesaplaşma, insan eliyle bir yeniden yaşama lüksü sanki. Geçmişin tortusu, özlem, yara, hüzün neyse artık sanata havale ediverelim iyisi mi... Şaka bir yana, kendi adıma, tercihim edebiyat, iyi roman, iyi öykü.

Okumaktan keyif almak güzel de, bazen de öyle oluyor ki, bitirdiğiniz kitabı kenara koyup, unutuvermek değil karakterleri, olayları, yazarı tartışmak istiyor insan.  Son zamanlarda okumayı ciddiye alan, kitaplarıyla hemen helalleşemeyen benim gibilerin "kitap kulübü" fikriyle toplandıklarını duyuyorum sık sık. Okuduğunuz yazıyı da, Suat Derviş’in “Kendine Tapan Kadın” adlı eseri için yapılan bir kitap kulübü toplantısına katılmamın ardından kitap kulübü fikri üzerinde düşünmek, sadece kitabı değil, yazarı da keşfetmenin heyecanını paylaşmak için yazıyorum. 

Suat Derviş'e ve kitaba geçmeden, kitap kulüpleri hakkında birkaç söz... bu tür bir toplantıyı ilk kez bir filmde görmüştüm. Filmde bir grup kadın, Gustave Flaubert’in Madam Bovary’sini konuşuyor, Madam Bovary karakterini tekrar tekrar yaşatıyordu adeta. Kabul günü gibi yapılan geleneksel toplantıların yanında, bugün sosyal medyadan yürütülen online/çevrimiçi kitap okuma kulüpleri de var. Hatta Amerikalı ünlü televizyon yıldızı Oprah Winrey, 1996'da başlattığı kitap kulübünü Kasım ayında Apple Tv'den yayınlanacağını duyurdu sevenlerine. İnsanın iç dünyasında gerçekleşen, kişisel, yalnız, edilgen bir faaliyet olarak görülen okumanın daha sosyal bir bugünü, geleceği var demek ki. Herşeyin daha hızlı ve daha çok tüketildiği, iletişimin sanallaştığı günümüzde, kitap kulüpleri birebir insani iletişimi yaşatması, aynı zamanda bir yavaşlama, zamanı genişletme çabası olarak da dikkat çekiyor.

Her okurun okuduğu metne dair kendi beklentileri, görüşleri, tecrübeleri olduğunu düşünürsek, bir kişinin okuması diğerine uymaz diyebiliriz. Kitap toplantıları, aynı metinden ne kadar çok, farklı anlam türetilebileceğini görmek için ilginç olduğu kadar, hayata uyumumuzu kolaylaştırıp, esneklik kazandırmak bakımından da ayrıca verimli olabilir.

Suat Derviş kimdir konusuna gelirsek, eğitimli bir Osmanlı ailesinin kızı olan Suat Derviş, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin önde gelen gazetecilerindendi. 1921 yılında, çocuk denecek yaşta ilk kitabı "Kara Kitap"ı yayınladı. En bilinen eseri “Fosforlu Cevriye”dir. Yazdığı otuza yakın roman, birçok hikaye, makale ve çevirileri ile üretken bir yazardı ve eserleri hayattayken yabancı dillere çevrildi. Kadın, toplumsal cinsiyet ve toplumsal gerçeklik konularında yazdı, daha güzel bir ifadeyle "tutku öyküleri ile toplumsal gerçekçi öğeleri bütünselleştirmede ustadır."(2) 1930’dan itibaren Kadınların mitinglerine katılır, Serbest Fırka’dan Nezihe Muhittin ile birlikte belediye seçimlerinde aday olur. Bu arada Resimli Ay’da Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Peyami Safa, Sadri Ertem ve Nizamettin Nazif birlikte çalışır. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmaları vesilesiyle Uluslararası Kadınlar Birliği, 12. Kongresi’ni 1935’te İstanbul’da düzenler. Suat Derviş kongreye katılan yabancı delegelerle “Dünya Feministleriyle Görüşmeler” başlığı altında röportajlar yapar ve bu röportajlar Cumhuriyet gazetesinde yayınlanır. Suat Derviş in kişiliği ile yazarlığını özdeşleştiren “kendisinin bilincinde olan, aklını olduğu kadar duygularını da önemseyen, kendine güvenli ve çizgi dışı olmaktan korkmayan” bir kadın olduğu, “insanlığa ve kadınlığa ilişkin düşlerini, ideallerini, romanlarına yansıttığı" ifade edilmiştir. (3)


Suat Derviş -  1905-1972
  



1934 yılında Galatasaray Lisesi Öğrencileriyle (4) 

Virginia Woolf, 1929 yılında yayımlanan Kendine Ait Bir Oda (A Room of One’s Own) kitabında, “Yazı yazmak isteyen bir kadının parası ve kendine ait bir odası ve de boş zamanı olması” gerektiğini vurgulayıp kadın ve edebiyat ilişkisini tartışmaya açtığında; Suat Derviş hali hazırda yedi roman yazmış yaşamını yazarlıktan ve gazetecilikten kazanan bir kadındı. Kuşkusuz, Woolf’un ataerkil toplumun kadına ve erkeğe eşit tarihsel, ekonomik ve toplumsal koşullar sunmadığı bir dünyada kadınların kurmaca eser üretmede Shakespeare’in başarısını yakalayamadığı tespiti yerindedir ve özellikle kadın edebiyatı ve feminist edebiyat eleştirisi açısından dönüm noktasıdır.(5)

Aile geçmişinin sağladığı imkanların yanında, yeteneği ve emeğiyle 1900lerde varolan Suat Derviş'in edebiyatını ve kendini inşa etme cesaretini yazarken, kadınların bugün güvenlik, yaşam hakkı temelinde ağır şiddete maruz kalmasını nereye koyacağız bilemiyorum... yaşanan vahim olaylar karşısında, aile, eğitim, hukuk her yönden kadının güçlendirilmesi sadece kadının değil tüm toplumun ihtiyacı..., kadınlar "baştacımız" olduğu için değil, "birey" olduğu için.



"Kendine Tapan Kadın"

1947'de Gece Postası gazetesinde tefrika edilen yani bölüm bölüm yayınlanan eser,

2018'de İthaki Yayınları tarafından ilk kez kitap olarak basılmış.

Suat Derviş tüm üretkenliği ve sıradışı başarısına karşın, edebiyat ve akademi çevreleri dışında bugün yaygın tanınan, değeri teslim edilmiş bir isim mi emin değilim.., bir unutulmuşluğa uğramış sanki. Kitabın Selim İleri tarafından kaleme alınan "Unutulmayacak Bir Roman" başlıklı önyazısına da bu duygu hakim gibi.

Kendine Tapan Kadın, karakterlerin hikayeleri (başta Etyemezli Sara'nın Et Kralı Nurullah Yurdakul ile izdivacına giden yolu), insanlık halleri, sevebilmeye, aşık olmaya, olamamaya ve para ile ne denli "sınıf" atlanabileceğine dair üslublu, keyifli bir dil sunuyor. Ara ara gülümseten kara mizahı da unutmamalı.

Konuya daha fazla girmektense, düşündürdüğü birkaç soruyu yazmayı tercih ediyorum.

- Sevme yeteneği "sevgi cevheri" kişinin ruhunda, kalbinde olan bir öz müdür yoksa çocukluk yaşantıları gibi etkilerle mi gelişir ?

- Günümüzde paranın gücü, toplumsal hareketlilik, sınıfsal aidiyet meselelerini ne derece çözmüştür?


son söz

İyi okuyabilmek için okurun bir mucit olması gerekir.., zira yaratıcı yazım kadar, yaratıcı okuma da vardır.
Ralph Waldo Emerson
(şair-yazar-düşünür)

One must be an inventor to read well . . . There is then creative reading as well as creative writing. 

Ralph Waldo Emerson
poet, essayist, and philosopher


KAYNAKÇA

(1) Charles AZNAVOUR, L’amour c’est comme un jour
https://www.youtube.com/watch?v=qGDX5LQAaTM
(2) Erendiz ATASÜ
(3) Fatmagül BERKTAY
(4) Serdar SOYDAN, Suat Derviş'in Gözleri
https://t24.com.tr/k24/yazi/suat-dervis-in-gozleri,2207
(5) Doç. Dr. Şehriban KAYA, "Suat Derviş’in Romanlarında Kadın Karakterler"
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/568829

(6) Günseli SÖNMEZ İŞÇİ: "Yıldızları Seyreden Kadın: Suat Derviş Edebiyatı"
https://medium.com/okuryazartv/g%C3%BCnseli-s%C3%B6nmez-i%CC%87%C5%9F%C3%A7i-y%C4%B1ld%C4%B1zlar%C4%B1-seyreden-kad%C4%B1n-suat-dervi%C5%9F-edebiyat%C4%B1-7cd301621faa

20 Mayıs 2019 Pazartesi

HEJAZ RAILWAY.. CROWDFUNDING SUCCESS STORY


Travelling towards the Jordan’s Moon Valley/Wadi Rum on the coral red, yellowish sands, large raindrops fall on the windshield of our car. While absolute silence reigns, a railway line running along the highway strikes me. Obviously, it's not a functioning line. It conveys solemn stillness of historic artifacts and a dusty nature of the desert at first sight. Nevertheless, classic, "vintage" beauty of the locomotive and the wagons are evident. Unexpected appearance of the train, as the face of civilization prevails the feeling of nothingness and timelessness of the desert... This is how I met the Hejaz Railway* at Wadi Rum Station.

Meeting Jordan section of the Ottoman Empire’s last big Project, an impressive success story about constructing a 1464 km railway connecting Damascus to Medina that was realised with unprecedented sacrifices in the early 1900s, before the First World War and afterwards diving into its history/story, I couldn’t help myself herald what I have seen.

Let me start with a restrospective brief for easing the journey back to 110 years, Hejaz Railway was built to make the pilgrimage journey safer, easier and less costly for Muslims.  Sultan II. Abdülhamit publishes a Will in 2 May 1900 for the construction and financing of a railway to be realized entirely with the facilities of the Ottoman state and the donations of Muslim population around the world. While various campaigns accompanied the call, people from Morocco to India welcomed the move in excitement and donated for support. Despite all the suspicions of the Western states who thought the project could not be completed, the railway reached Medina on 1 September 1908.

Achieving such a great job by donation type crowdfunding method in today’s Finance words is simply striking. Since it is not only challenging by geograpy and climate but also communication facilities of the period was way poorer. With the new railway, the journey for Hadj, traditionally starting from Damascus could be done in 3 days compared to 40 days with a camel caravan and the cost falls by 90 percent. The road was completed in 8 years of huge efforts and sacrifices however it  only operated fully for 10 years due to the World War I. A glorious but also a bitter section of history.


Hejaz Railway, Wadi Rum Station, Jordan

Coming back to my journey in Jordan, knowing that we will be meeting the Hejaz Railway along the road and passing by is not an option, we stopped the car. Our transfer from highway to railway in other words from 21st century to 20th century was smooth. Approaching the station, I tried to recall what I already know about the place. Perhaps, the ambiance triggered my memory and the railway's finance issue in Ottoman times has raised from high school history lessons. Interestingly, the reason of my visit to Amman is also about financing real estate projects.

Wadi Rum Station is a small, modern building. It was closed. As far as I could see inwards, there were photographs of the 1916 Arab uprising and the posters of the movie "Lawrence of Arabia", since it was filmed in Wadi Rum.




Journey through 1916 
or
2019, 1916 in the same shoot 



The only sign that the train is the relic of the Ottoman Empire is the Turkish flag

We are among five-six tourists visiting the railroad, hopping on and off the wagons. A gray-haired, plump man with eye glasses low on his nose draws my attention. He looks content and throws keen looks around. I imagine him as a German or Swiss academician, historian. They also have a reason to wonder about the place at least because it is their fathers, grandfathers who manufactured the trains. There is barely no informative explanation about the history and construction of the Hejaz Railway. Deep down, complex emotions, kind of sadness, nostalgia wander. During the photo shoots, we chat with a French couple accompanied by a local guide. The guide after having learned we are from Turkey, pauses a while and says -you have done this place... Reviewing relevant documentary, books and articles on the matter, remembering how this railway line was constructed back then meant a lot to me. 











Once I saw a saying on the wall of the Highway Administration in Ankara which goes by 
"The land you have not gone is not the country." 

A Chinese proverb says 
"Build a road first if you wanna be rich."

The concept of Road seems to hold vast significance for the mankind and the state. In all ages, road construction has implications for economy, development and political influence. Having mentioned the China, President Xi Jinping annouced the launch of a development campaign "One Belt One Road" referred to as the "modern Silk Road" in 2013. It is estimated to trigger trade and economic growth for the Asian continent and beyond, affecting a population of 4.4 billion. It includes various investment plans such as ports, pipelines to Pakistan, bridges to Bangladesh and railways to Russia. All these investments are expected to build a new era of globalization, global economy and even politics. It is possible to envision that railway revolution in the 19th century in Europe has aroused a similar excitement we see today by the "One Belt, One Road" initiative. Thus, the Ottoman sultans and state officials have started railway projects in Anatolia, first in İzmir-Aydın and then in the Middle East. In terms of the future of the empire, railway construction was considered a kind of necessity. Western states, England, France and Germany have started to build railways by concessions in the 1830s in Anatolia and in the Middle East.

Hejaz Railway was initiated for easing the pilgrimage for Muslims but at the same time it was also considered as a policy tool for the Ottomon Empire's economic, political and military problems of the period. Basically, the launch of the road was assumed to enhance influence on Muslims and consolidate power against the British Empire which was also influential in the region. Indeed, during the First World War, the line was also used for the transport of military units and ammunition. In attempt to prevent the transfers, T.E. Lawrence from the British army together with the rebellious Arab troops, Bedouins dynamited the southern parts of the line.


Sultan II. Abdülhamit

Hejaz Railway being constructed in Sultan II. Abdülhamit period and was called Hamidiye Hejaz Railways then.





The construction of the Mu'azzam station by the Ottoman soldiers
1908, Halladiyan / Royal Geographic Society


CrowdFunding Approach 

The most important obstacle to the construction of the Hejaz Railway was the necessary resources for construction. In that period, following Ottoman-Russian Wars, growing external debts and difficulties with paying civil cervants salaries, it was not possible for the Ottoman Treasury to afford four million gold liras cost calculated until Mecca. Since the cost was too high for the State to rely solely on state facilities, it was decided to eliminate the financing problem with “donations” in other words crowdfunding. 

Donation method was perceived with doubt and cynism by the Westerners. In the beginning of the construction, funding was supplied by the credits from the Ziraat Bank. European diplomats serving in the country did not think that the Ottoman Empire could find the necessary funding for such a big project. However, contrary to expectations, the Ottoman administration was able to solve the financial problem to a great extent.

Donation campaigns were organized to deal with the financing shortage. Especially with the participation of the Sultan himself, donations by state officials from all ranks, teachers, students together with all Ottoman citizens, people from Morocco to India, the world's Muslims and non-Muslim citizens of the Ottoman Empire, the issue was solved largely. A meticulous administration was established for documentation of donors and donations. The records serve well for historians, writers and personally I found them very touching, they have been one of my motives to write this article.

An intensive propaganda activity was carried out to collect donations. Islamic publications, clergy and merchants were employed in order to explain the railway project to the general public.

The idea that the Hejaz Railway will not be the Ottomans’ property but the common work of all Muslims was communicated to receive support.

Soldiers as railway workers, Turk, German Engineers…

In the middle of the desert, struggling with various diseases under the burning sun, the efforts, patience of the soldiers who worked for the construction of the railway was admirable. In addition to the soldiers, the works of German engineer Heinrich August Meissner and İzzet Pasha should also be remembered. Together with Heinrich August Meissner, there were forty-three engineers working in the construction, among which seventeen were Ottomans. As the work progressed, the number of Ottoman engineers increased compared to European engineers. The know-how gained in construction has a share in this increase. Hejaz Railway has been an important experience for the Ottomans owing to this period, many railway engineers, technicians and operational officers have been trained.

German Heinrich August Meissner who worked as the chief engineer in Hejaz Railways was given the title of Pasha which was not common in the Ottoman bureacracy. Meissner Pasha died in Istanbul on January 14, 1940.


Heinrich August Meissner

Meissner Pasha (1904)

 1862 Leipzig - 1940, İstanbul

İzzet Pasha who developed the idea of ​​the railway after the Yemen uprising, Osman Nuri Paşa and Mehmed Şakir Paşa who convinced Sultan Abdülhamit have managed the Project from the beginning to the end. In holy land, construction was carried out entirely by Muslim engineers. Labor was largely done by military units.

The construction of the Hejaz Railway was cheaper than the lines made by European railway companies carrying out railway constructions in the Ottoman lands. That was highly due to construction realised by the state itself and labor was provided by the soldiers. Not only the railway line but also around 200 overpasses and bridges most of which are still in good condition were built in the barren valleys on the route.

Hejaz Railway, Today

Today, the Jordanian pillar of the railroad seems to be relatively lively. Touristic trips are made on Amman, Jizah, Qatraneh route conserve the cultural heritage. Maan station operates the transport of phosphates from the country’s southern mines to the port of Aqaba. In addition, Jordan and Turkey state authorities cooperate for the reactivisation of the line.

I came across a BBC video** broadcasting a touristic setting for participating a train journey attacked by Bedouins, during the 1916 Arab Revolt. It is clear that over a hundred years time lends a perspective where history can be consumed as a commodity.  Seeing through Turkey’s window, a great service to the Muslim world, the attempt of the Ottomans to consolidate their sovereignty in the region was seen as a means of struggle for independence at their window.

Furthermore, there are documentary films. “Tracks of nostalgia… when roads of lovers meet” filmed by the Jordan Radio and Television Corporation tells the story of the Hejaz Railway that connected Jordan, Syria, Saudi Arabia and Palestine won first place in a competition organised by the Arab States Broadcasting Union. Turkey has also produced a documentary titled “Hejaz Railway (Journey lasts 100 Years)” with the contributions of the Turkey Prime Ministry Promotion Fund and published in TRT in 2003.

I Have a Dream !

Documentaries are valuable to keep the memory alive, but if only a film could be produced about the accompanying stories that will address the hearts of the people

Beyond realpolitik, I believe the Project is heavily built on human emotions. It starts with Sultan Abdulhamid's courage, dedication of thousands of soldiers and engineers, the belief and trust of donors. While I was searching the topic, the more I read about records, people, events came alive as a film strip. Donations coming from the Iranian Shah, the Balkan countries, Pakistan, students donations as pocket money, civil servants salary cuts, regular qurban skin donations, all those make up a historical phenomenon...

Everything starts with perspective and attaching value. Even the greatest works of mankind need the language of art and science that will add soul to them. The fact that the Notre Dame Cathedral in Paris, built in 1160, could be renovated from its neglected, demolished version of the 1800s by the influence of Victor Hugo's great novel "Hunchback of Notre Dame" (1831). The novel made the Cathedral known all over the world.  Since people attach great value, recent devastating fire prompted over 50 crowndfunding campaigns for reconstruction.

With today's perspective and inspirations, a film based upon the railway’s construction process, historical records but also with its stories and humanistic narration can let people see each other in a more understanding manner and can reach a much larger audience.

An international co-production filmmaking of the Hejaz Railway may carry the 1900s journey started in a political and military conjuncture, aiming a service to the Islamic world to a peace project in the 2000s.



...Human quality depends on culture. Culture means a society with people mastering the times and the places.  Economic crises cannot harm this capacity, they are temporary states, no nation falls or ascends with  crisis, only the educated people enriches, escalates the society.

İlber Ortaylı

"Bir Ömür Nasıl Yaşanır"
Söyleşi, Yenal Bilgici


* Hejaz is the name of the western region of today's Saudi Arabia in the Arab Peninsula. Since Hejaz Railway is built during Sultan Abdülhamit's term, its first name was "Hamidiye Hejaz Railway". Official correspondence and documents bear this title.  The name of the Railway is used as "Hejaz Railway" in İttihat Terakki period.

ÇETİN, Emrah (2010). “Türk Basınına Göre Hicaz Demiryolu (1900-1918)”, History Studies Ortadoğu Özel Sayısı, 2010, s. 99-115.

ENGİN, Vahdettin (2002). “Osmanlı Devleti’nin Demiryolu Siyaseti”, Türkler, C. 14, s. 462- 469.

GÜLSOY, Ufuk (1994). Hicaz Demiryolu, İstanbul: Eren Yayıncılık.

GÜLSOY, Ufuk, Kutsal Proje Ortadoğu'da Osmanlı Demiryolları,Timaş Yayınları,2010,304 sayfa.

HÜLAGÜ, Metin (2008). Bir Umudun İnşası Hicaz Demiryolu, İzmir: Yitik Hazine Yayınları. ONUR, Ahmet (1953). Türkiye Demiryolları Tarihi, İstanbul: K. K. K. Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1988), Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul: İletişim Yayınları.

ÖZYÜKSEL, Murat (2000). Hicaz Demiryolu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

ÖZYÜKSEL, Murat (2002). “Hicaz Demiryolu”, Türkler, C. 14, s. 470-480

M. J. LANDAU, The Hejaz Railway and the Muslim Pilgrimage: A Case of Ottoman Political Propaganda











6 Mayıs 2019 Pazartesi

HİCAZ DEMİRYOLU... ZAMANLAR ve MEKANLAR ARASI YOLCULUK


Mercan rengi al kırmızı, sarı kumlar üzerinde, Ürdün'ün Ay Vadisi'ne doğru çölde yol alıyoruz.., iri yağmur damlaları düşüyor arabanın ön camına. Yola kesin bir sessizlik hakim iken, karayolu boyunca uzanan bir demiryolu hattı gözüme çarpıyor. Halinden işleyen bir hat olmadığı belli. Tarihi eserlere sinen ağırbaşlı durağanlık ve çölün tozlu kendi halindeliği var üstünde. Fakat herşeye rağmen, lokomotifi ve vagonları klasik, "vintage" güzelliğini kaybetmemiş. Medeniyetin yüzü trenin çöldeki, hiçlik, zamansızlık duygusunu alt ederek, ortaya çıkıvermesi de şaşırtıyor aynı zamanda.... Hicaz Demiryolu* ile Wadi Rum İstasyonu'nda karşılaşmamızı anlatıyorum.

1900lü yılların başında, I. Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun benzersiz fedakarlıklarla gerçekleştirdiği bu son büyük projesini, etkileyici başarı hikayesini, Şam ve Medine arasını bağlayan 1464 km'lik demiryolu'nu çölün ortasına görüp, dönüşte hakkında okudukça şimdi okuyacağınız Hicaz Demiryolu yazısı çıktı ortaya.

110 yıl öncesine dönüşü kolaylaştırmak için Hicaz Demiryolu'nun ne anlama geldiğini baştan özetleyeyim. Hac yolculuğunun daha güvenli, kolay ve az masrafla yapılması için Sultan II. Abdülhamit, 1900 yılında yapımı ve finansmanı tamamen Osmanlı devletinin imkanları ve dünya Müslümanlarının bağışları ile gerçekleştirilecek bir demiryolu için bir İrade yayınlar. Bu çağrı çeşitli kampanyalarla desteklenir ve Fas'tan Hindistan'a geniş bir coğrafyada büyük heyecan ve destekle karşılık bulur. Projenin tamamlanamayacağını düşünen Batılı devletlerin tüm şüphesine karşın, 1 Eylül 1908'de demiryolu Medine'ye ulaşır.

Günümüzde -bağış tipi kitle fonlaması- dediğimiz finansman yöntemi ile bu denli büyük bir işin başarılması, hele bir de o günün iletişim imkanları, coğrafya ve iklimin zorluğu düşünülünce, tüm yaşananlar daha da çarpıcı hale geliyor. Yeni demiryolu ile geleneksel olarak Şam'dan başlayan hac ibadeti yolculuğu, deve kervanı ile 40 günden, trenle 3 güne, maliyeti ise demiryolu öncesine kıyasen onda birine düşüyor. Ancak 8 yılda binbir emek tamamlanan yol, I. Dünya Savaşı nedeniyle sadece 10 yıl aktif olarak kullanılabiliyor. Tarihimizin görkemli ancak bir o kadar da hazin bir kesiti...


Hicaz Demiryolu, Wadi Rum İstasyonu, Ürdün 

Kendi yolculuğumuza dönersek, yol üstü Hicaz Demiryolu ile karşılaşacağımızı bildiğimizden ve uğramadan geçmek söz konusu olamayacağı için hemen arabayı kenara çekip, karayolundan demiryolu'na, 21. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiyoruz... İşim gereği bulunduğum bu topraklarda, Hicaz Demiryolu için ön okuma yapamadığımdan, istasyona doğru ilerlerken, hızla aklımdan geçiriyorum, ne biliyorum burası hakkında diye... Lise yıllarındaki tarih derslerinden kalan, Osmanlı İmparatorluğu'nun Hicaz Demiryolu'nu finansmanı meselesi diye bir başlık canlanıyor hafızamda. İlginçtir, Ürdün'de bulunmamın sebebi de, yine bir şekilde gayrimenkul projelerinin finansmanıyla ilgili.

Temsili Wadi Rum İstasyonu, küçük, modern bir yapı. Kapalı olduğu için dışarıdan görebildiğim kadarıyla, 1916 Arap ayaklanmasını anlatan fotoğraflar ve "Arabistanlı Lawrence" filminin çekildiği yer olduğu için filmin posterleri vardı içeride.




1916 İçinde Yolculuk
ya da 
2019, 1916 bir arada

Trenin Osmanlı İmparatorluğu'nun yadigarı olduğunun tek işareti bayrağımız

Demiryolunu ziyaret eden, vagonlara inip çıkan topu topu beş altı turistiz. Kır saçlı, tıknaz, gözlüğünü burnuna düşürmüş, ilgi ve memnuniyetle çevreyi inceleyen bir adam dikkatimi çekiyor. Alman ya da İsviçreli bir akademisyen, tarihçi olarak hayal ediyorum onu. Onların da buraları, treni merak etmek için sebepleri var, en azından trenleri babaları, dedeleri yapmış. Etrafta Hicaz Demiryolu'nun tarihine, yapımına dair bilgilendirici hiçbir açıklama yok. Yük vagonundan yükselen direğe geçirilmiş solgun bir Türk bayrağı mütevazi şekilde dalgalanıyor. Ortam hüzün, nostalji, başka karmaşık duygular uyandırıyor insanda. Yerel rehber eşliğinde gezen bir çift ile fotoğraf çekimi sırasında sohbete dalıyor, Fransız olduklarını öğreniyoruz. Rehberleri bizim Türk olduğumuzu öğrenince biraz duraksayıp, "siz yaptınız burayı" diyor... Bu treni nasıl yapmışız, hatırlamakta fayda var diye düşündüğüm için, mevcut kaynaklardan okuyup, öğrendiklerimi paylaşıyorum.






"Gitmediğin toprak, vatan değildir." yazısı vardı bir tarihte Ankara'da Karayolları Genel Müdürlüğü'nün duvarında gördüğüm. Bir Çin atasözü de "zengin olmak istiyorsan önce bir yol inşa et" diyor. 

Yol'un insan ve devlet hayatı için zengin anlamı var. Yol inşası her çağda ekonomi, kalkınma, siyasi nüfuza dokunan çok katmanlı bir konu. Çin demişken, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping 2013 yılında "modern İpek Yolu" diye anılan, 4,4 milyar nüfusu, 68 ülkeyi ilgilendiren, Asya kıtası ve ötesi için, ticaret ve ekonomik büyümeyi tetikleyecek, “Bir Kuşak Bir Yol” (One Belt One Road) isimli, bir kalkınma kampanyası başlattıklarını duyurdu. Pakistan'a liman, boruhattı, Banglades'e köprü, Rusya'ya demiryolu gibi çeşitli yatırım planlarını içeriyor. Tüm bu yatırımların yeni bir küreselleşme çağı, küresel ekonominin ve hatta siyasetin geleceğini değiştireceği düşünülüyor. Bugün “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin yarattığı heyecanın benzerinin 19. yüzyılda Batı’da meydana gelen demiryolu devrimi ile yaşandığı düşünülebilir. Nitekim Osmanlı padişahları, devlet erkânı da önce Anadolu'da, ilki İzmir-Aydın hattı, sonra Ortadoğu'da demiryolu projeleri başlatmışlar. İmparatorluğun geleceği açısından demiryolu inşası bir tür zorunluluk olarak görülmüş. Batılı devletlerden, İngiltere, Fransa ve Almanya aldıkları imtiyazlar ile 1830'larda Anadolu ve Ortadoğu'da demiryolu inşasına başlamış. 

Hicaz Demiryolu inşaatı, haccın kolaylaştırılması girişimi olmasının yanında, dönemin ekonomik, siyasi ve askeri sorunlarına karşı planlanan çözüm yollarından biri olarak da görülmüştür. Temelde yolun açılmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu, Müslümanlar üzerindeki etkisini arttırmayı amaçlamış, bölge üzerinde dönemin emperyal gücü İngilizlerle yaşanan egemenlik mücadelesinde, güç kazanmıştır. Nitekim, I. Dünya Savaşı süresince, hat askeri birlik ve mühimmatın taşınmasında da kullanılmış, nakliyatı önlemek için demiryolunun güney kısımları, 1917-18'lerde, İngiliz ordusundan T.E. Lawrence, isyancı Arap birlikleri ve Bedevilerce dinamitlenmiştir.


Sultan II. Abdülhamit
döneminde yapılan  Hicaz Demiryolu'nun ilk adı Hamidiye Hicaz Demiryolu'dur 



Askerlik vazifesini yapan Osmanlı erleri Mu'azzam İstasyonu'nun inşaatında

1908, Halladiyan/Royal Geographic Society


Finansman Sorunu 

Hicaz Demiryolu inşaatının önündeki engellerden en önemlisi inşaat için gerekli kaynaktı. Maliyeti Mekke'ye kadar dört milyon lira olarak hesaplanan miktarın dönemin Osmanlı maliyesi tarafından karşılanması mümkün değildi. Dış borçların arttığı, 93 Harbi tazminatının sürdüğü, memur maaşlarının ödemelerinin yapılamadığı bir dönemde maliyeti oldukça yüksek olan bu projenin gerçekleştirilmesi sadece devlet imkanları ile yapılamayacak kadar yüksekti. Sonunda Batılılar tarafından alay konusu haline getirilen bağışlarla finansman sorunun giderilmesine karar verildi. İnşaatın başlarında çıkacak olan acil para sorunu ise Ziraat Bankası'ndan alınacak kredi ile çözülecekti. Osmanlı ülkesinde görev yapan Avrupalı diplomatlar, Osmanlı Devleti’nin böylesine büyük bir proje için gerekli finansmanı bulabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Ancak Osmanlı yönetimi, beklentilerin aksine finansman sorununu büyük ölçüde çözmeyi başarmıştı. 

Finansman sıkıntısını ortadan kaldırmak için bağış kampanyaları düzenlendi. Başta bizzat Padişah’ın kendisinin katılımı ile birlikte büyük-küçük tüm devlet yetkilileri, kadın-erkek, öğretmen-öğrenci tüm Osmanlı vatandaşları ile birlikte Fas'tan Hindistan'a kadar bütün dünya Müslümanlarının ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarından bazılarının gösterdiği gayret ve bağışlarla finansman meselesi büyük oranda çözüldü. 

Bağışların toplanabilmesi için yoğun bir propaganda faaliyeti yürütüldü. Demiryolu projesinin halka anlatılmasında ülke içindeki ve dışındaki İslami yayınlardan, din adamları ve tüccarlardan yararlanıldı.

Hicaz Demiryolu’nun yalnız Osmanlıların malı değil, bütün Müslümanların ortak eseri olduğu fikri aşılanarak, Müslümanların bağış kampanyalarına destek olmalarına çalışıldı.

Rayları Döşeyen Askerler, Türk, Alman Mühendisler...

Çölün ortasında, kızgın güneşin altında çeşitli hastalıklarla boğuşarak demiryolunun inşası için çalışan askerlerin gösterdiği gayret ve sabır takdire şayan bir durum olarak tarih kitaplarında yerini aldı. Askerlerin yanısıra olağanüstü gayretiyle başmühendis Alman Heinrich August Meissner ve İzzet Paşa’nın çalışmalarını da göz ardı etmemek gerekir. Heinrich Meissner ile birlikte inşaatta on yedisi Osmanlı olmak üzere kırk üç mühendis çalışıyordu. İş ilerledikçe Osmanlı mühendislerinin sayısı Avrupalı mühendislere göre artmıştır. İnşaatta kazanılan tecrübenin payı vardır bu artışta. Hicaz Demiryolu Osmanlılar açısından önemli bir tecrübe olmuştur. Bu demiryolu sayesinde çok sayıda demiryolu mühendisi, teknisyen ve işletme memuru yetişmiştir.

Hicaz Demiryolları’nda başmühendis olarak çalışan Alman Heinrich August Meissner'e az sayıda yabancıya verilen Paşa unvanı verildi. Meissner Paşa 14 Ocak 1940'da İstanbul’da öldü. Padişah’ın ikinci mabeyincisi İzzet Paşa ise Yemen ayaklanmasının ardından demiryolu fikrini geliştirmiş, projenin yönetimini üstlenmiştir.



Heinrich August Meissner

Meissner Paşa (1904)
 1862 Leipzig - 1940, İstanbul


Kutsal topraklarda, inşaat tamamen Müslüman mühendislerce gerçekleştirilir. İşçilik ise büyük ölçüde askeri birliklerce yapılır. 

Hicaz Demiryolu inşaatı Osmanlı topraklarında demiryolu inşaatlarını yürüten Avrupa sermayeli demiryolu şirketlerinin yaptığı hatlardan daha ucuza gelmişti. Dört milyon lira gibi düşük bir maliyetle gerçekleştirilmesinde demiryolunun devlet eliyle yapılmasının ve inşaat için gerekli işgücünün askerlerden temin edilmesinin büyük katkısı vardı. Sadece demiryolu değil, çorak vadilerde çoğu bugün hala iyi durumda olan 200'e yakın üstgeçit, köprü de yapılmıştır.

Günümüzde Hicaz Demiryolu

Günümüzde demiryolunun Ürdün ayağı nispeten daha canlı görünüyor. Amman, Jizah, Qatraneh arasında kültür mirasını yaşatmak adına turistik geziler yaptırılıyor ve Maan istasyonu güneydeki madenlerden Akabe limanına fosfat taşımacılığını yönetiyor. Ayrıca hattın canlandırılması için Ürdün ve ülkemiz arasında devlet nezdinde çeşitli işbirliği çalışmaları yürütülüyor. 1916 isyanı sırasında demiryoluna yapılan bedevi saldırılarının canlandırıldığı, turistlerin de katılabileceği, küçük mizansen programlar dahi yapılıyor, aşağıda linkini verdiğim BBC videosundan öğrendim. Aradan geçen 100 küsür yıllık zamanın kattığı perspektif, dem ile tarih te tüketilen bir meta haline gelebiliyor demek ki.  Bizim penceremizden, müslüman dünyasına yapılan büyük hizmet, Osmanlının bölgedeki egemenliğini pekiştirme girişimi onların penceresinden bağımsızlık mücadelesinin bir aracı olarak görülmüş.

Hicaz Demiryolu'nun anlatıldığı Ürdün Radyo Televizyonu'nun çektiği "Nostaljinin İzinde" belgeseli, Arap Devletleri Yayıncılar Birliği'nin yarışmasında birincilik almış geçen yıl.  Bizde de "Hicaz Demiryolu (Yüzyıl Süren Yolculuk)" isimli bir belgesel çalışması var, Başbakanlık Tanıtma Fonu'nun katkılarıyla çekilen ve 2003 yılında TRT'de yayınlanan.

Bir Hayalim Var !

Belgeseller hafızayı canlı tutmak, tanıtım için çok değerli ancak keşke insanların yüreklerine seslenecek hikayelerin anlatıldığı bir de film çekilse... Neresinden baksanız, insana dair her duygunun üstüne inşa edilmiş bir süreç var.  Öncülük eden Sultan Abdülhamit'in, İzzet Paşa'nın cesareti, binlerce askerin ve mühendisin alınteri, bağışçıların inancı, güveni. İran Şahından, Balkanlara, öğrenci, harçlıklarından, memur maaş kesintilerine, düzenli kurban derisi bağışlarına, daha okurken film şeridi gibi insanlar, olaylar gözünüzde canlanıyor.

Değer vermeyle başlıyor herşey. Ayrıca en büyük eserlerin bile kendisine ruh katacak sanatın ve bilimin diline ihtiyacı var. Yakınlarda büyük bir yangın geçiren, temelleri 1160 yılında atılan Paris'teki Notre Dame' Katedrali'nin, 1800lerin başındaki bakımsız, yıkılmaya yüz tutmuş halinin yenilenmesi, Victor Hugo'nun 1831 yılında yazdığı "Notre Dame'ın Kamburu" eserinin etkisiyle sağlanabilmiş, daha da ötesi büyük roman, Katedrali tüm dünyaya tanıtmıştır. Başka örnekler de verilebilir.

Bugünkü bakışımız ve esinlenmelerle, demiryolunun yapım sürecinden, tarihi kayıtlardan yararlanarak, hikayelerle, insani anlatımla bir film yapılırsa daha geniş kitlelere ulaşılabilir. Kültür  üzerinden yapılan iletişimin daha saygıdeğer ve etkili olacağına inanıyorum.

Başarılı iş ve dizileriyle şöhreti ülke sınırlarını aşmış sinema endüstrimizin öncülüğünde, uluslararası bir ortak yapımda, Hicaz Demiryolu'nu anlatan film çekilmesi, 1900lerde İslam alemine yapılan bir hizmet, siyasi, askeri konjonktür gereği başlayan yolculuğu bugün 2000lerde bir barış projesine taşıyabilir. 



***


...İnsan kalitesi köklü bir kültürden geçer. Kültür (cultura) bir toplumda insanların zamanları ve mekanları avuçları içinde tutmuş olması demektir.. İktisadi krizler veya problemler bu avucu hiçbir zaman açamaz, onlar geçici şeylerdir, bir millet krizle düşmez veya yükselmez, bir millet ancak insanın eğitim niteliği yüksekse yükselir, zenginleşir...

İlber Ortaylı

"Bir Ömür Nasıl Yaşanır"
Söyleşi, Yenal Bilgici


* Hicaz, Arap Yarımadası'nda günümüz Suudi Arabistan'ının batısındaki bölgenin adıdır. Hicaz Demiryolu Abdülhamid döneminde yapılmış olmasından dolayı ilk adı Hamidiye Hicaz Demiryolu'dur. Resmi yazışma ve belgelerde bu şeklinde geçen yol, İttihat Terakki iktidarı döneminde Hicaz Demiryolu olarak adlandırılır.

ÇETİN, Emrah (2010). “Türk Basınına Göre Hicaz Demiryolu (1900-1918)”, History Studies Ortadoğu Özel Sayısı, 2010, s. 99-115.

ENGİN, Vahdettin (2002). “Osmanlı Devleti’nin Demiryolu Siyaseti”, Türkler, C. 14, s. 462- 469.

GÜLSOY, Ufuk (1994). Hicaz Demiryolu, İstanbul: Eren Yayıncılık.

GÜLSOY, Ufuk, Kutsal Proje Ortadoğu'da Osmanlı Demiryolları,Timaş Yayınları,2010,304 sayfa.

HÜLAGÜ, Metin (2008). Bir Umudun İnşası Hicaz Demiryolu, İzmir: Yitik Hazine Yayınları. ONUR, Ahmet (1953). Türkiye Demiryolları Tarihi, İstanbul: K. K. K. Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1988), Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul: İletişim Yayınları.

ÖZYÜKSEL, Murat (2000). Hicaz Demiryolu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

ÖZYÜKSEL, Murat (2002). “Hicaz Demiryolu”, Türkler, C. 14, s. 470-480

M. J. LANDAU, The Hejaz Railway and the Muslim Pilgrimage: A Case of Ottoman Political Propaganda

https://books.google.com.tr/books?id=yFflCwAAQBAJ&pg=PP24&lpg=PP24&dq=chemin+de+fer+du+hedjaz&source=bl&ots=VnAB4Nn6IX&sig=ACfU3U3e4Ck7cfAqSfhr5uwwbm2gA_JY6w&hl=tr&sa=X&ved=2ahUKEwir6PWEsbbhAhXTUBUIHctbBbIQ6AEwDHoECBMQAQ#v=onepage&q=chemin%20de%20fer%20du%20hedjaz&f=false

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/9873

https://www.britishmuseum.org/explore/themes/hajj/the_journey/routes/the_ottoman_route/hijaz_railway.aspx

https://whc.unesco.org/fr/listesindicatives/6026/

http://www.hurriyetdailynews.com/turkey-to-renovate-train-station-in-lebanon-on-old-hejaz-railway-133909

https://www.inditales.com/hejaz-railways-heritage-rail-of-jordan/

https://www.youtube.com/watch?v=3Nj0oAP1jXs

https://www.bbc.com/news/av/world-middle-east-44954500/recreating-an-attack-on-the-hejaz-railway

Çin’in Dünyaya Açılma Girişimi: Bir Kuşak Bir Yol https://medium.com/@bogaziciaam/%C3%A7inin-d%C3%BCnyaya-a%C3%A7%C4%B1lma-giri%C5%9Fimi-bir-ku%C5%9Fak-bir-yol-7556a0ae0388












3 Şubat 2019 Pazar

SOSYOLOJİ GÖZÜYLE -ÇÖPFit-


Eğri oturup doğru konuşalım, sokak, yol kenarı, piknik alanı, deniz kıyısı, tarihi yerlerimizde, uzaklardaki köylerimizde, yaylalarımızda çöp görmeye alışmış bir halimiz var. -Normal... sokak, dışarısı orası, atılır, birileri temizler, temizlemese de olur, evin içi değil ya.., zaten ne olacak, çöp toprağa, dereye karışır, rüzgarda savrulur...!!! Hatta bir gün gelir, çöp yüzümüze yapışır...

Yaşam alanlarımızda serbestçe salınan çöpü normal saymadığım, kabullenemediğim için geçen yıl bu zamanlar ÇöpFit* adıyla başlattığımız gönüllü harekete öncü oldum. (www.copfit.biz) Sağlıklı, aktif bir yaşam için yürüyüp koşarken, elimizdeki poşete çevrede gördüğümüz çöpleri toplayalım, sadece kendimiz için değil memleketimiz, gezegen için de iyi bir iş yapalım diyen, bir "iyi yurttaş olma" hareketi diyebilirsiniz ÇöpFit için.  Duyanlarınız vardır, dünyada yayılan "plogging" akımının  Türkiye uyarlaması** bir tür. Mahallemizde, yakın çevremizde yürüyüş arasında çevre temizliği yapıyor, dikkat çekerek yaptığımız işin insanlar arasında yaygınlaşması için çabalıyoruz. Fakat bir yandan da ister istemez sorguluyorsunuz,

neden toplumumuzda çevre temizliği bilinci sorunlu,
bu durumun arkasındaki psikoloji nedir,
gönüllü hareketlerin katkısı olur mu diye...

Bu kafa karışıklığında imdadımıza Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ramazan Yelken yetişti.   Ramazan Yelken Hocamızla, sosyoloji biliminin bakışıyla, "kamusal alan, sivil toplum, kentleşme, sahiplenme, gönüllülük" konuları temelinde çevre ve toplum sorununu anlamaya çalıştık okuyacağınız sohbette.

Ramazan Yelken, çevre, kentleşme konularına emek veren akademisyen kimliğinin yanında aynı zamanda dağcı ve doğa yürüyüşçüsü. Hatta, üniversitesinin doğa kulübü ile kampüsteki doğal alanlarda çevre temizliği yapacak, vaktiyle Afyon Kocatepe Üniversitesi'nde "Çevre ve Kentleşme” dersini öğrencileriyle kentin dışındaki çöp depolama alanında maskelerle yapacak kadar ciddi bir doğasever.  Kendisiyle yolumun kesişmesini doğa yürüyüşü ve yazı merakıma borçluyum.  Doğa sevgisi olan, bu konuda algıları açık insan bir de sosyolog olunca ÇöpFit hareketini görüşü de farklı oluyor... Çabamıza değer verip, görüşleri ile sağladığı katkı için kendisine teşekkür ederiz.






ÇöpFit:  Sivil Toplum ve Kamusal Alan konularında çalışan bir akademisyen olarak ülkemizde yaşanan çöp/atık sorunu karşısında toplumumuzun tutumlarını, çevre temizliği konusundaki gönüllü hareketleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

RY: Sorunuz iki problemden oluşuyor. Birincisi toplumumuzun çöp konusundaki tutumları, ikincisi ise gönüllü hareketlerin bu sorun karşısındaki çalışmaları. Bunlara geçmeden önce problemi evrensel çerçevesi içinde görmemiz gerekir. Çünkü sorun yerel olmakla birlikte aslında küresel bir sorundur. Bu da çöp nedir ve nasıl oluşmaktadır sorusuna götürür bizi. Basitçe işlevini yitirmiş ve kullanılamaz her türlü materyal çöptür. Fakat işlevini yitirme ve kullanma izafi bir durumdur. Gündelik hayatta biz kullanmadığımız, attığımız her şeye çöp diyoruz. Yani üretimde veya tüketimde kullanılan maddelerin o an işe yaramayan kısımları çöptür. Oysa daha teknik bakarsak “atık” ve “çöp” ayrımını yapmamız lazım, çünkü aynı anlama gelmemektedir. Geri dönüşümü mümkün olmayanlara çöp denmektedir ve çöpün depolanması, yok edilmesi gerekir. Atıklar ise ayrıştırılarak ve bir takım işlemlerden geçirilerek geri dönüşümü sağlanan ve ekonomiye değer katan kısımdır.

Basit gibi görünen geridönüşüm olgusu sanıldığından daha karmaşıktır. Bu kısa söyleşide uzatmadan şöyle özetleyelim, Çöpler özelliklerine göre dörde ayrılabilir: birincisi evlerden çıkan tehlikeli olmayan atıklar; bahçe, park, piknik çöpleri de dahildir, ikincisi sanayi atıkları –ki tehlikeli ve tehlikesiz olanları vardır, üçüncüsü tıbbi atıklar, dördüncüsü özel atıklar nükleer vb. Görüldüğü gibi basit değil. Aslında çöp sorunu modernite ile birlikte başlıyor, öncesinde doğada çöp, atık sorunu diye bir sorun yok. Önce bunu tespit etmek lazım.

Modernite nedir sorusunu da basitçe şöyle tanımlayabiliriz; 18.yy. da Batı Ülkelerinde başlayan ve dört önemli devrimle ifade edilen, bütün dünyayı değiştiren ve halen değiştirmeye devam eden büyük dönüşüm dalgalarına modernite denir. Bunlar; birincisi kültürel devrim yani aydınlanmayla başlayan, Rönesansla İtalya’da ve Reformla Almanya’da devam eden süreç. İkincisi; Endüstri Devrimi-İngiltere’de başlayan bütün dünyaya yayılan, üçüncüsü; Fransız Devrimi, dördüncüsü ise Bilim Devrimidir.

Modernite genelde “Modernleşmeyle” karıştırılır oysa “modernleşme” Batıdaki bu büyük dönüşümü, batı dışı toplumların taklit, aktarma, takip, terkip ve uyarlama gibi yollarla kendi ülkelerine uygulamalarına/aktarmalarına denir. Bu anlamda her toplumun kendine has bir modernleşme süreci vardır. Tekrar konuya dönersek çöp sorunu Modernitenin en önemli ayağı endüstri devrimi yani sanayileşme ile birlikte başlıyor dersek daha nokta tespit yapmış oluruz. Dünyaya bu sorun daha sonra yayılıyor. Bu nedenle Endüstri devriminin başladığı yer olan İngiltere’de yani İngilizcede çöp ile ilgili garbage, leavings, waste, trash, rubbish, junk, litter vb. ayrı özelliklere vurgu yapan yirmiye yakın kelime vardır.

Diğer yandan Modernitenin mekanda vücut bulması demek olan “kentleşme” ile birlikte kent atıkları ve çöp sorunu gibi yeni kamusal sorunlar ortaya çıkıyor. 19. yüzyıl öncesi başlayan, 19. yüzyılda zirveye çıkan sanayi devrimi, insanlık tarihinin üretim biçiminin en büyük değişim devrimi diyebiliriz.  Bunun anlamı seri imalat ve üretim ile birlikte ve onu katlayan eşdeğer tüketim talebi ile yeni bir dünyaya girmiş oluyoruz artık.  Seri imalat yani seri üretim ile başlayan ve Marx’ın üretim kavramı ile analiz ettiği ve artık bugünkü post modern sosyologların, “tüketim” kavramı ile analiz ettikleri bir dünyada yaşıyoruz şu anda. Yani artık Modernitenin oluşturduğu çatışmalar, bölgesel terör, yoksulluk, bağımlılık gibi sorunların yanında “çevre sorunlarının” bir parçası olarak atık, çöp sorunu da en büyük, en önemli sorunlarından birisi haline geldi. Biz bugün modernitenin, sanayileşmenin, kentleşmenin getirdiği bu sorunu konuşuyoruz.

Modernitenin problemlerine karşı bir tepki olarak oluşan klasik toplumsal hareketlerden, işçi hareketlerinin yanında artık yeni toplumsal hareketlerin en önemlilerinden biri de çevre hareketidir.  Yani feminizm, insan hakları, küreselleşme, kapitalizm karşıtlığı gibi hareketlerin içinde çevre hareketi en büyük grubu oluşturuyor. 

Doğanın kirlenmesi diye ifade ettiğimiz bu olgunun, toprak, su, hava, kültür-tarihin kirlenmesi gibi farklı boyutları var. Bunların arasında kimyasal kirlenme en derin ve geri döndürülemeyen bir kirlenme türüdür.  Bunun yanında bir de tıpkı anne karnındaki plasentanın bebeği koruduğu gibi dünyayı saran ve koruyan atmosferin bozulması, kirlenmesi var. Atmosfer tabakaları dünyamızı güneşin kavuruculuğuna karşı koruyan bir denge unsurudur. Bunların içinde en önemlisi ozon tabakasıdır. Ozon tabakasının sanayi faaliyetleri sonucunda salınan zararlı gazlarla incelmesi, gaz oranlarının değişmesi en büyük tehditlerden birisidir. Bugün dünyanın en yüksek gaz salınımını gerçekleştiren ülke ABD Kyoto sözleşmesini imzalamıyor.

Sanayi öncesinde insanlık hiç bu kadar büyük çaplı üretim ve tüketim faaliyetine girmemişti. Dolayısıyla salınan büyük gaz miktarı nedeniyle atmosfer katmanları arasındaki koruyucu ozon tabakası gittikçe inceliyor. Bu da güneşin ultraviyole gibi zararlı ışınlarının dünyaya doğrudan gelmesine neden oluyor. Bazı bölgelerde çölleşme ve kuraklığa, dünyanın su depoları demek olan Antarktika’daki buzulların erken erimesi nedeniyle de bazı bölgelerde aşırı yağış ve sellere yol açıyor. Kısaca doğanın hassas olan dengeleri bozuluyor.  Bu çevre sorunları hepimizi etkiliyor.

Çöp çevre sorunları içinde aslında yüzeysel denilebilecek en kolay temizlenebilen erişilebilen bir konu, diğerleri çok uzun, küresel mücadele gerektiriyor. Savaş, terör, açlık gibi dünyanın başına bela olan bir sürü problem yanında çevre sorunları hafif sorunlar gibi algılanıyor. Çevre sorunları önemli bir sorun olarak algılansa bile biraz önce değindiğimiz daha derin olan kimyasal ve atmosferel kirliliklerin yanında  çöp sorunu yüzeysel ve hemen temizlenebilir  daha hafif bir sorun gibi gözüküyor. Fakat öyle değil...

ÇöpFit:
 Plastik bunu değiştirdi galiba.

RY: Haklısınız. Cam, plastik/pet vb. gibi doğada uzun yıllar dönüşmeyen çöplerin önlemeyen artışı bu algıyı önemli ölçüde değiştirdi. Bilim insanlarının her atık türü için verdiği inanılmaz rakamlar, yani dönüşme yılı ve doğaya karışma sürelerindeki yüzlerle ifade edilen yıllar bu dehşeti daha da gözler önüne serdi. Rakamlardan öte, bir insan ömrünü aşıyorsa, hele birkaç nesli içine alıyorsa bu zaten tehlikeli bir şeydir.

Kalıcılığın yanında dünyadaki çöp miktarının artık taşınamaz, kaldırılamaz, dönüştürülemez oranlarda anormal artışı da bu tehlikenin önemini gözler önüne serdi. Kimi gelişmiş ülkeler bazı atıklarını az gelişmiş ülkelere göndermekte hatta uzaya çöp gönderme projeleri bile gündemde. Çöp sorununun diğer daha derin kirliklerin yanında başlangıçta hafif görülmesinin nedenleri sırf bu nedenlerden ötürü artık geçerliliğini yitirmiştir. Elbette daha derin kirliliklerin yanında çöp sorunu halen nispeten daha hafif bir sorun fakat diğer sorunları çözmenin de başlangıç anahtarı. Bu bakımdan çok önemli.

Hepimiz insanız. Basitçe düşündüğünüzde yanıbaşındaki küçük, basit çöp konusunda duyarlı olmayan birisinin kimyasal/nükleer kirlenme, açlık, savaş, terör vb. devasa boyutlarda ve kendini aştığına inandığı konularda duyarlı olabileceğine inanabilir miyiz? Duyarsızca çevresini kirleten, elindeki peti, sigara izmaritini umarsızca sağa sola atan birisi etrafına ne kadar duyarlı olabilir? Bizzat kendisi kirletmese bile bu konuda hiç sorumluluk hissetmeyen, en ufak bir sorumluluk almayan birisinden diğer büyük sorunlar karşısında ne bekleyebilirsiniz? Bu nedenle çok yakınındaki ve her gün eliyle dokunduğu bu sorun karşısında duyarlılığı artırmak diğer bütün sorunlar karşısında da duyarlılığı, eyleme geçmeyi artıracaktır. Çöp konusu sırf bu nedenle bile önemlidir.

Şimdi gelelim sorunuza, toplumumuzun çöp konusundaki tutumları ve Çöp-Fit’in de bir parçası olduğu gönüllü hareketler... Sosyolojide toplumu somutlaştıran, görünür kılan şey “kamusal alan”dır. Çöp bireysel bir sorun gibi görünse de bir kamusal alan sorunudur.

Fakat önce kamusal alan kavramı üzerindeki bulanıklığı gidermemiz gerekir. Kamu/public hep devlet gibi algılanır. Fakat sözlükte kamu herkes, umum, halk anlamına gelir. Devlet borçlarına kamu borçları denir. Bunları çünkü halk yani biz öderiz. Herkes yani hepimiz yani halk olarak basitçe iki tür örgütleniriz. Birisi sivil örgütlenmeler bunlara sivil toplum denir bir de siyasal örgütlenme ki buna da devlet denir. Kamunun devlet olarak algılanması buradan gelir. Çünkü devleti kamu oluşturmuştur ve kamuyu temsil etmektedir.

Devlet kamunun içinden çıkmasına rağmen zaman içinde iktidar güçleri halktan ayrışmaya, yabancılaşmaya, giderek halka karşı tavır almaya, halktan kopmaya hatta diktatörleşmeye başlayabilir. Böyle durumlarda halk yani kamu diğer sivil örgütlenmelerini devreye sokar. Tabii eğer sivil toplum örgütleri güçlü ise devleti denetleyebilir. Demokrasiler, kuvvetler ayrılığı ile bu dengeyi sağlamanın yöntemidir. Demokrasilerde sivil toplum bu bakımdan önemlidir.

Kısaca kamusal alan, kamunun sivil toplum olarak örgütlendiği yerdir. Yanı sivil toplum kamunun, herkese açık kamusal alanlarda örgütlenmiş halidir. Bunlara STK, NGO  ya da gönüllü kuruluş deriz. Kamusal alan, soyut ve somut anlamda kamunun yani hepimizin buluştuğu, etkileştiği ve örgütlendiği her yerdir. Bunu şöyle de izah edebiliriz: Sosyolojide bireye aktör deriz. Her aktörün bir rolü ve bir oyunu vardır. Bunları yerine getirmek için de hazırlandığı bir kulisi bir de rolünü oynadığı sahnesi vardır. Hepimiz “özel alan”ımızda gerçek rollerimize hazırlanırız ve kamusal alanda bu rollerimizi oynarız. Yani biz de tiyatro sanatçısı gibi kendi rolümüzü oynayan gerçek bir aktörüz. Biz özel alanımızda benliğimizi oluştururuz. Diğerleri ile birlikte rolümüzü oynarız. Bizim asıl yaşam alanımız diğerleriyle buluştuğumuz, kamusal alanlardır. Bunlar soyut ve somut anlamda, meydanlardır, parklardır, yollardır, caddelerdir, kafelerdir, üniversitelerdir, şimdi internettir ve doğanın kendisidir. Dolayısıyla kamusal alan bizim insan olduğumuz yerdir.

Alt benliğimizin diğer insanlarla ve diğer türlerle karşı karşıya geldiği ve insani yanımızı tamamladığımız yerdir. Doğayla, hayvanlarla, insanlarla birlikte oluruz. Bizim insan olmamızı sağlayan şeyler diğerleriyle birlikte olmak, buluşmak, etkileşmek, paylaşmak yani kamusal varlık haline gelmektir. Aksi halde sadece özel alanımızda kapalı kalmak bizim insan olmamızı yeterince sağlamaz. Bu nedenle kamusal alan bizim için çok önemlidir.

Kamusal alan, sosyolojinin de laboratuvarı adeta gözlem evidir. Çöp sorununun görünür olmasını sağlayan yerler de, birlikte paylaştığımız kamusal mekanlardır. Bu nedenle çöp sorunu bireysel bir sorun olmanın ötesinde kamusal bir sorundur.

Özel mekanlarımızdaki kirlilik te ayrı bir sorun olsa da, sonuçta bizi ilgilendirir. Yakın kirlilik dediğimiz çöp kirliliği bu bakımdan bir kamusal alan sorunudur ve ortak bir sorunumuzdur.

İşte sorunuzdaki “toplumumuzun çöp konusundaki tutumları” ve “gönüllü hareketler” tam da burayla ilgilidir. Toplumumuz çöp konusunu bir kamusal alan sorunu olarak algılamadığı için, bu nedenle de bu konudaki gönüllü çalışmalar eksiktir, yetersizdir. Daha doğrusu toplumuzda kamusal alan konusunda yanlış bir algı hakimdir. Çünkü biraz önce ifade ettiğimiz gibi bu algı kamusal alanların gerçek sahibinin kendisi yani sivil toplum değil devlet olduğu algısına dayanmaktadır. O zaman oraları devlet temizlemelidir, kendisinin sorumluluğu yoktur. Oysa çöp kirliliğinin sosyoloji açısından önemli kısmı birlikte yaşadığımız kamusal alanla ilgidir. Çünkü bu kirlilik insanın doğayla ve kendi türü ile ilişkilerinde problem yaratmaktadır.

ÇöpFit: Haklısınız.  Doğaya verilen zararın yanında, toplumda önemli bir kesim çöp konusunda duyarsız davrananlara karşı kızgınlık besliyor, olumsuz duygular birikiyor.  

RY: Bu negatif birikim, insanın doğayla ve kendi türüyle birlikteliğinin konforunu, kalitesini, güzelliğini ve sağlığını bozuyor sonuç olarak. Sağlığımıza, insanlığımıza katkıda bulunan doğayı iki türlü bozarız bir görüntü estetiği açısından, diğeri derin kirlilik.  Derin kirlilik, aslında yüzeysel kirlilikle başlayan onun devamı ve ilerleyerek kriz halini almış bir biçimidir.

Çok buluştuğumuz çok paylaştığımız, çok üretip çok tükettiğimiz ve çok atık bıraktığımız yerler mesela kentler her türlü kirlilikten en çok payını alan yerlerdir. Buralar kamusal alanlardır. Paylaşma sıklığı ile kirlenme arasında sıkı bir ilişki vardır. Söz gelimi dağcıların çıktığı dağlar da bir yerde uzak ve nadir kamu alanlarındandır orada dağcılar buluşur. Dağlar az paylaşıldığı için daha az kirlenmiştir. Fakat faaliyet ve ulaşım sıklığı arttıkça oralarda da tehlike çanları çalmaya başlamıştır. 

ÇöpFit: Dünyanın çatısı sayılan Everest Dağı da son yıllarda çöp sorunu ile  haber olmaya başladı.  Everest’e çıkmayı başarıp, çöp bırakmadan dönememek, dikkat çekiyor.

Doğaya sık gittiğimiz yerler, piknik alanlarımız, en çok kirlenen yerlerden. Kamusallığın, kamusal alanın en önemli örneklerinden birisidir, parklar, piknik alanları. Her gün kullandığımız caddeler diğer bir örnek. Zaman içinde kirlilik arttıkça belediye hizmetleri diyebileceğimiz bir örgütlenmeye gitmek gerekmiş. İşte burada devletin sorumluluğu ile kamunun yani sivil toplumun sorumluluğunun sınırlarının iyi belirlenmesi söz konusudur.

Bizde sorumluluk sınırları konusunda bir sorun vardır. Biz yalnızca özel alanımızdan sorumlu olduğumuzu düşünüyoruz. Bu nedenle evlerimiz ve arabalarımız temiz, ortak mekanlarımız kirlidir. Batıda ise tam tersidir. Belediyenin tarihine baktığımız zaman ortaçağ kentlerine kadar gitmek gerekiyor.  İnsanların bir arada yaşadığı yerde nüfus arttıkça mutlaka atık oluşuyor.

ÇöpFit: Belediyecilik, bizim geçmişimizde, Osmanlı’da mesela nasıldı ya da ne zamandan beri belediye var, İstanbul dışında?

RY: İstanbul dışında da çok örgütlü olmamasına rağmen Osmanlının önemli şehirlerinde belediye örgütlenmeleri var. Belediye başkanına “şehremini” diyorlar, şehrin emini yani, şehrin emanet edileni.  Belediye işleri yarı devlet yarı gönüllü kişiler, gruplar tarafından yürütülüyor. Söz gelimi gönüllü itfaiye grubu tulumbacılar, temizlik örgütü, gönüllü vakıflar, tarihi eserlere konan kuş pisliklerini toplayıp gübre olarak kullananlar, sokak hayvanlarını besleyenler, sokak lambalarını yakıp söndürüp yağını değiştirenler, kimsesizlere bakım yurt sağlama vb. hizmetler var. Ta o zamanlardan bir geri dönüşüm zihniyeti oluşmuş aslında. Büyük medeniyetlerin kentlerinde bu gibi kent estetiğini oluşturan eserlerin, mekanların temizliği önemli bir gösterge. Klasik Paris mesela önceleri yolun ortasından geçen açık kanalizasyon var sonra problem haline gelince yerin altına alınıyor. Petersburg’da derinden giden kanalizasyonlar var. Bizans’ta kanallar sarnıçlar var su problemini çözmek için. Sonra zaman içinde kanalizasyon yapılmaya başlanıyor yeraltından su aktarma düşüncesi gelişerek kanalizasyon düşüncesi gelişiyor. Aynı şekilde çöp toplama konusunda kadim kentlerde bile temizlik hareketi ve örgütlenmesi var.

Bugünkü sorunumuz örgütlü belediyelerin bile çok büyük miktardaki çöple baş etme sorunu. Belediyelerin en önemli sorunlarından birisi bu. Bir çok belediye bunun için, yakın geçmişte yaşadığımız bir sorun olan vahşi çöplüklerin biriken metan gazı nedeniyle patlaması ve insan ölümleriyle sonuçlanan klasik vahşi depolama yöntemlerini terk ederek, modern geri dönüşüm tesisleri oluşturarak, çöpü ekonomik bir madde olarak değerlendiriyorlar.  Kendi görev alanı içindeki yakın çöp ile ilgili pratik geliştirebiliyor birçok belediye. Ama uzak bölgelerde ya da planlayamadığı piknik alanı, park, bahçe, doğal alanlar gibi biraz daha uzak, belediye mücavir alanı denilen sınır dışındaki mekanlara uzanmakta yetersiz kalabiliyorlar. Çoğu zaman da, bunlar gibi bir çok doğa alanının hangi örgütün sorumluluğuna girdiği konusunda da belirsizlik oluşmaktadır.

Öte yandan kasaba belediyelerinin ya da daha iyi örgütlenmemiş belediyelerin alanlarında bu gibi sorunlar belediye hizmetlerinin boyutunu gittikçe aşıyor. Bu durumda yeniden düşünmeliyiz. Bu sorunlar sadece belediye ve devlet kuruluşlarının sorumluluğunda mı, bizim hiç sorumluluğumuz yok mu? Hatta bırakın gönüllü toplamayı öncesinde istediğimiz yeri canımızın istediği şekilde kirletme hakkımız mı var?

ÇöpFit:  Eskiden köylerde evsel atığı, çöpü toprağa gömme geleneği olduğundan bahsediliyor, oysa bugün kırsal alanda yerleşim yerlerinde çöp yığınlarını görüyoruz, belediyelere güvenerek mi bu alışkanlıklar kayboldu, ne düşünüyorsunuz bu konuda?    

RY: Eskiden yani modern öncesinde zaten bu çapta bir çöp sorunu yok. Olmasa bile eskinin insanları bir şeyi sonuna kadar kullanma ve israf etmeme ile ilgili yaşam pratiklerini ve sorumluluklarını oluşturmuşlar. Çağımız insanının yaşam pratiklerinde farklı durumlar gelişti. Biraz önce vurguladığımız gibi kamusal alan konusunda yanlış bir algıya dayanan ve çevreyi belediyenin/devletin sorumluluğunda görmek, problemin önemli bir kısmını oluşturuyor elbette.

Diğer yandan çağımız insanında bir karakter aşınması söz konusu. Modernitenin pratikleriyle bir uyuşmazlık yaşanmaktadır. Batılı insan ve toplumların yaşadıkları yabancılaşma, uyuşmazlık problemleri tamamen farklı. Onlar bu gibi sorunları yüz yıl önce yaşadılar ve belli pratikler geliştirdiler. Onlardaki kirlenme bizdeki gibi yüzeysel değil derin bir endüstriyel kirlenme söz konusu. Gerçi artık kirlilik ülkeleri aşan küresel bir sorun oldu.

Batı dışı sonradan modernleşen “gecikmiş modernleşme” diye adlandırılan toplumlarda ve o toplumların bireylerinde farklı bir durum söz konusudur. Buna yaşadığı dünyaya/mekana uyum sağlayamamaktan, sahiplenmemekten kaynaklanan “duyarsızlık” diyebiliriz.

Biraz önce bahsettiğimiz kamusal alan konusundaki algı karışıklığından kaynaklanan mekanı sahiplenememe ve sorumluluk hissetmemenin yanına birde “duyarsızlık” ekleniyor. Çünkü medya, trafik, araçlar, vb. gibi eskiden çevresinde olmayan birçok uyarıcı etrafını sardı. Köydeki insanın etrafında trafik, yoktu, medya yoktu, çok fazla insan yoktu. Vitrin, araçlar, reklamlar, tüketim yok, okunacak bakılacak görsel işitsel malzeme yok. Dolayısıyla çağımız insanını uyaran uyarıcı o kadar çoğaldı ki, her yere dikkatini dağıtması, dikkatini paylaştırması gerekiyor.  İşte burada bazı şeyleri elimine ederek, duyarlılığını paylaştırması gerekiyor.  Kent insanının böyle bir sorunu var, o kadar çok uyaran var ki her yere dikkatimizi vermek zorundayız. Dikkatimizi azalttığımız noktada sorun çıkıyor.  Trafiğe dikkatini vermezsen sorun olur, kaza olur, medyaya dikkatini vermezsen bazı şeyleri kaçırırsın.  Bir sürü insanı dinlemek, birçok şeyi okumak gerekiyor etrafımızdaki iletişimde bulunduğumuz insan sayısını düşünün. Yakın, eş dost dışında vs. Modern yaşama uyum sağlayamamış insanlar çok sayıda uyarıcı karşısında, dikkati paylaştırınca neye öncelik vereceği konusundaki duyarlılıkta eksilme oluyor.  Çöp sorunundaki en önemli şey duyarlılık.  İnsanlar en kolay duyarlılığını düşürebileceği, feda edebileceği kalem olarak bunu görüyor diye düşünüyorum. Evini temiz tuttuğu sürece çevredeki çöpü yakın vadede kendisine zarar verecek öncelikli şey olarak görmüyor  ve kendisini sorumlu da hissetmiyor çünkü. 

ÇöpFit: Çöpten kaynaklanacak mikrop sağlığı tehdit edecek ama en azından.

RY: Ederse ve ettiğine inanırsa işte o zaman önem kazanıyor.

ÇöpFit: Ya da estetik rahatsızlık neden önemsiz sayılıyor.

RY: Bu noktada artık “kırık cam teorisi” devreye giriyor. ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneye göre metruk bir binanın pencerelerinden birisi bile kırıksa ve zaman içinde eğer tamir edilmezse diğerleri de kırılmaya adaydır. En azından eğilim bu yöndedir. Aynı şekilde kamuya açık ortak kullanım alanlarımızda daha önce bırakılmış çöpler varsa, daha sonra gelenlerde de buraya çöp atılabileceği yönünde bir kabul vardır. Bunu engelleyecek şeylerden birincisi bireysel sorumluk duygusudur, ikincisi toplumdan/çevreden gelecek tepkiler, üçüncüsü ise belediye/devlet yani hukuki yaptırımdır. Aksi halde diğer camlar da kırılmaya adaydır.

Orada bir atık oluşmuş belediye oraya yetişmekte geç kalmış, belediye hizmeti yoksa, baş edilmeyecek duruma geldiyse kabullenme başlıyor. Bu noktada daha dikkatli analiz edersek süreç sırasıyla şöyle işliyor:  Birinci ve en önemli aşama yani başlangıç noktası bana göre bireysel sorumluluktur. Buna duyarsızlık diyoruz. Duyarsızlıktan sonraki ikinci aşama kanıksama yani normalleşme geliyor, üçüncü aşama da kabullenme. Kabullenme bir tutumun nasır tutması. Çöpü atmak veya atılmış olanı almamak ise davranıştır.

Psikolojiden yola çıkarsak duygu, düşünce, tutum ve davranış dörtlüsünden oluşan bir süreç izliyor. Sonra da olay bireyden çıkarak ortak paylaştığımız sosyal bir onaya/kurala dönüşüyor. Dışarıya karşı yönelttiğimiz davranışların arka planlarında tutumlarımızı oluşturan çeşitli süreçler altyapılar vardır. Yani kabullenmeyi birçok kişinin onaylaması halinde bu artık bir kural haline geliyor.  Bunu yaşamaya başlıyorsunuz, toplumun hepsine sirayet ediyor. Bu nedenle bu gibi sorunlarla mücadeleye süreci iyi analiz ederek başlanması gerekir diye düşünüyorum. Bunun normal olmadığını, kabullenilmemesi, onaylanmaması gerektiğinden başlayarak duyarlılığı artırmaya gitmeliyiz. Pencerenin birisi kırıksa diğerlerini de kırmamız gerekmez.

ÇöpFit: Sizce bizdeki çöp sorunu hangi aşamada şu anda?

RY: Bölgesine göre değişiyor. Bazı yerlerde norm halini almış. Bazı yerlerde ise sorun daha çözülebilir. Burada çöp sorununa eylem olarak, zihin olarak eğilen insanlar devreye giriyor.  Sizin ÇöpFit hareketi gibi.  Bu duyarlılığın oluşması, kabullenme normunun çözülmesi, katılığın aşılması için çok önemli bir örnek oluşturuyor bu gibi duyarlı insanlar diyelim.

ÇöpFit: Hocam sizin de Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü ile Esenboğa Kampüsü Kızılca Göleti'nde gönüllü çevre temizliği ÇöpFit yaptığınızı biliyoruz, bu faaliyetlerdeki gözlemlerinizden bahseder misiniz?

RY:  Evet bu kulübün danışmanıyım. Kulübümüzün faaliyetlerinde öncelikle doğa sevgisi, felsefesi ve çevre bilinci temel önceliğimiz. Üniversitemizde dağcılık ve doğa sporlarını geliştirmek ve bunu tüm üniversiteye yaymaya çalışırken sadece kulüp üyelerimiz arasında değil çevre bilincini tüm öğrencilerimiz ve üniversite personelimiz arasında da paylaşılan bir değer haline getirmeye çalışıyoruz. Yaptığımız tüm kamp, tırmanış, yürüyüş faaliyetlerinde öncelikle çevreyi temiz tutmak, kirli ise mümkünse temizlemek ilk yaptığımız faaliyet oluyor. Mesela 13 Ekim 2018’da hem kampüsümüzün çevresini tanımak hem de Ankara’nın başkent oluşunun yıldönümünü kutlamak için kampüs civarındaki Çubuk Kızılca Göleti’ne bir yürüyüş düzenledik. Gölet çevresinin çok kirli oluşu bizi çok üzdü. O gün elimizden geldiği kadar temizlik yaptık. Sonra daha detaylı bir temizlik için karar alarak 31 Ekim 2019’da tüm kulüplerin katılımı ile gönüllü bir temizlik etkinliği düzenledik. Yüze yakın gönüllü öğrencinin katılımı ile göl içi ve çevresinden 50 den fazla battal boy çöp poşetinden oluşan bir temizlik gerçekleştirdik. Keçiören Belediyesi çöp taşıma aracı, poşet ve eldiven ile bize destek verdi. En büyük hata toplanan çöpleri yakarak yok etmeye çalışmak. Çünkü bu yeni bir çevre kirliliği demektir. Oysa bunları işlemek ve geri dönüşüme götürmek gerekiyor biz de böyle yaptık.

Ayrıca 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında yaptığımız kamplı Ilgaz Dağı tırmanışımız için yaptığımız faaliyette kamp alanımız olan Mülayim Yaylası piknik alanını piknikçilerin bırakmış olduğu atıklardan temizledik. Bu gibi faaliyetlere devam ediyoruz.













ÇöpFit: Gönüllü hareketlerin toplumsal olarak bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz. Çevredeki çöpü kabullenmeye, çöpün normalleşmesine bir başkaldırma… Sokakta bir vatandaş eğilip kalkıp çöp topluyor, oysa görevli toplayacaktı, gören insanda bir etkisi, karşılığı var değil mi?

RY: Kesinlikle. Özellikle bu eylemler orada o sırada piknik yapan, balık tutan, orada dolaşan yani orayı kullananlara doğrudan bir mesaj veriyor. Dolaylı olarak ise medya aracılıyla paylaşılması, duyurulması daha geniş bir duyarlılık oluşmasına katkı sunuyor. Bu gibi faaliyetlere katılanlar açısından ise fiziksel, mental ve psikolojik bir sağaltım etkisi gösterdiği kesin. Doğal ve kentsel parklarımız, piknik alanları, tarihi sit alanları, caddeler, sokaklar vb. ortak kullandığımız tüm çevremizi koruma bilincini oluşturmak açısından önemli duyarlılık oluşturduğunu ben gözlemledim.

Öncelikle kamusal alan, ortak yaşam alanlarımıza saygı gösterilmesi diyebileceğimiz bir duyarlılıktan başlamak gerekiyor. Sözgelimi en yaygın davranış biçimlerinden birisi yetişkin insanların parklarda çekirdek çitlemesi ve bunu kaygısızca yere atması. Çekirdek kabukları aslında doğada geri dönüşen bir atıktır. Fakat bu simgesel bir durumdur arkasından pet ve diğer çöpler gelir. Uyarmaya kalktığınızda ilk verilen tepki –Sana ne! ya da -Burası babanın malı mı? gibi agresif tepkiler olur. İnsanların düşünmesini sağlamak için, -babamın malı olsaydı, zaten siz buraya giremezdiniz, benden izin almanız gerekirdi diye cevap verirseniz belki mekan algısını yeniden düşünmesini sağlayabilirsiniz. Ortak mekan algımızla ilgili sorunlarımız var. Baştan beri vurguladığımız gibi buna Kamusal Alan bilinci diyoruz.

Bizde modernleşmeyle birlikte mekan bilinci de dönüşüme uğramış.  Kirlettiğimiz yerler ile ilgili sorumluluk konusunda bilincimiz eksik.  Ortalama Türk ailesinin evinin, arabasının temizliği konusunda ortalama Batılılara göre daha titiz olduğu bilinir.  Bu nedenle evlerimiz temiz olsa da kentlerimiz ve çevremiz daha kirlidir. Kentlilik bilincine “kentlileşme” diyoruz. Kentleşme ve kentlileşme farklı, biz henüz kentleşme seviyemiz kadar kentlileşemedik.  Kentte birlikte yaşamanın pratiklerini, kurallarını henüz tam anlamıyla oluşturamadık. Bunlardan biri de kamusal alan bilincidir.

ÇöpFit: Ortak kullanım alanlarındaki yani kamusal alanlardaki sorumluluklarımız nelerdir?

Kamusal alanları evimizin bir uzantısı yani yaşam alanlarımızdan biri olarak görmeye başlarsak o zaman başarılı oluruz diye düşünüyorum. Mülkiyeti bizim olmayan ve diğerleri ile paylaştığımız alanları da temiz tutmamız gerektiği düşüncesi kentlileşmenin en önemli bileşenlerindendir.  Kirlilikten öte aynı zamanda bu diğerlerine saygı ve bir insan hakları konusudur. Onun için birbirimize saygı duymalı, iletişimde kullandığımız dilden, giyim kuşama kadar diğerlerini etkileyecek her şeyimize dikkat etmeliyiz.

İnsanlar kendisi gibi olarak, kendisini özgür bir şekilde temsil ederek kamusal alanda var olabilmeli. Çünkü özgür iletişimde bulunabilen toplumlar daha fazla sanat, bilim, felsefe, etik, estetik ve ekonomik zenginlik üretebilirler. Demokrasinin seviyesi, bir toplumun evinin içinde nasıl yaşadığı ile değil kamusal alanlardaki medeni ilişkileri ile ölçülür. Demokrasi evdeki ilişkilerle başlar, kamusal alanda pratiğe dökülür. Çöp sorunu da, kamusal alan sorunlarından birisidir. Kamusal alan bilincini yükseltme, sivil toplumun sorunları etrafında bilinçli hareket etmesi ve örgütlenmesi ile çözülebilir. ÇöpFit gibi çabalar buna örnektir.

ÇöpFit: Kentli insanın yeşil alan az olduğu için kamusal alan olarak doğal alanlara erişimi, orada davranışlarını, sorumluluklarını geliştirme imkanı da kısıtlı.

RY: Kentli insanlar olarak çalışma yaşamı ve hayatın hızlı akışı içinde doğaya çıkma imkanımız gittikçe azalıyor. Asıl olan doğayı korumak fakat doğayı koruyamadığımız zaman, kentlerde doğayı taklit dediğimiz, parklar inşa ediyoruz.  Sosyolog Jean Baudrillard simülasyon diyor buna. Simülasyonu birkaç çeşide ayırıyor.  Bunlardan birisi doğal simülasyon yani doğanın taklit edilerek yapıldığı parklar.  Kentli insanın yanına doğayı getirmeye çalışıyoruz. AVM içlerinde bile yapay doğa taklitlerine yer veriliyor.  Bu yanıltıcı aldatıcı bir simülasyon, asla doğa ile eşdeğer değil buralar.  Bunların yerine kentli insanın sığınabileceği doğal bırakılmış parklara ihtiyacı var. Bunların başarılı örneklerinden birisi New York’un içindeki Central Park’tır. Burada doğa elden geldiğince korunmuştur.  Sincaplar, ördekler, yüzyıllık ağaçlar, göller, yürüyüş  alanları ile gökdelenler cehennemi içinde biraz da olsa insanların nefes alması istenmiştir. Fakat yine de bir simülasyon, doğaya biraz daha yakın bir simülasyon.

Bizdeki parklar ise çok kötü örnekler. Doğadan çok uzaklaşmış, küçük ve yetersiz. Yetersizlik bir yana buraların temizliğini sağlayamamakta ayrı bir sorun. Çünkü bizim bir de piknikçi sorunumuz var. Ortak kullandığımız alanlardaki kamusal ilişkilerimizi düzenleyemiyoruz. Hafta sonu biraz olsun nefes almak için ayırdığımız nadir zamanlarımızı piknik adını verdiğimiz iyi organize edilmemiş, sağlıksız bir hal almış olan yemek eylemiyle geçiriyoruz. Pikniklerimiz giderek hafta sonunu doğada iyi geçirme faaliyetinden çıkararak, adeta bencilce bir toplu çevre kirletme eylemine dönüşüyor. Belediyeler hizmet adı altında parklara mangal yerleri ekleyerek bu yanlış eylemi adeta teşvik ediyorlar. Kısaca mekan ve zamanı kullanmakla ilgili sorunlarımız saymakla bitmez.

Kent kültürü ve birlikte yaşamanın olmazsa olmazı kamusal alan kullanımı henüz yerleşmedi. Evlerimizin içi için duyduğumuz sorumluluğu ortak alanlarımız olan kamusal mekanlar için de yeterince duymadıkça bu sorunun üstesinden gelemeyeceğiz.  

ÇöpFit: Bizde kolektif duygu mu eksik, hep benim alanım, benim bölgem, mülkiyet duygusundan mı hareket etmek istiyoruz?

RY: Evet insanlar evi için duyduğu sorumluluğu kamusal alanlar için duymuyor. Evi kendi mülkiyetinde olduğu için kirletmiyor.  Evinin dışındaki mülkiyetinde olmayan yerlerle ilgili bu anlamda sorumluluk duymuyor. Çevre kirliliği, trafik sorunu, hayvanlara kötü muamele vb. gibi sorunlar bizim demokrasi ve siyasal sorunlarımızdan bağımsız değil.  Bunlar birlikte çözülecek sorunlardır, sivil olabilme, medeni olabilme bilinciyle ilgilidir.

ÇöpFit: Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın 2017 yılında başlattığı, geri dönüşüm, sorumlu tüketim, sürdürülebilir yaşam tarzını teşvik eden Sıfır Atık Projesi var.  Bu tür yaklaşımların başarılı olması,  toplumun destek vermesi için ne yapmak gerekir sizce?

RY:  Devlet eliyle yapılan bu gibi girişimler elbette çok önemli. Çünkü toplumun gözünde devletin ağırlığı ve yeri çok önemli. Ücretli poşet uygulaması yürürlüğe girdi, pet, şişe vb. ambalajlar için depozito tartışılıyor.  Bu gibi projeleri çok önemsiyorum. Çeşitli açılardan tartışılıyor olsa da desteklememiz gerekir. Şimdiden poşet kullanımı önemli ölçüde düşme gösteriyor. Ancak sadece devlet eliyle yürütülen bir proje olarak kalmamalı ve asıl tek tek hepimiz ve sivil toplum örgütleri olarak konuyu  sahiplenmeliyiz. Bu gibi hayati konuları sadece kamu gücü ile ve görevlilerle yürütmek  çok mümkün değil. ÇöpFit gibi vatandaş girişimleri ve gönüllülerin devreye girmesi gerekir. Gönüllülük bu nedenle çok önemli.  Üniforması içinde bir kamu görevlisi görevini yaptığı için o kadar dikkati çekmeyebilir. Fakat hiçbir çıkarı olmayan bir gönüllünün yaptığı faaliyetlerin toplumdaki algısı çok farklı olacaktır, giderek daha çok insanın gönüllü katılımını sağlayacaktır.

Sıfır atık projesinin bir diğer önemi ekonomik olarak geri dönüşümün bize sağlayacağı kazançtır. Bu nedenle, projenin modern dönüşüm tesisleriyle desteklenmesi gerekir.

ÇöpFit: Geri dönüştürülecek atık, çöp değil, ekonomik değeri olan hammadde aslında. Medyadan takip ediyoruz***, bunun ithalatını yapıyormuşuz.  Geri dönüşümde başarısız olunca sonuç sadece çevresel zarar değil aynı zamanda milli servet te heba oluyor.
    
Doğru… Aslında bu işin evde başlaması gerekir. Çöpe atıldıktan sonra bir çoğunun geri dönüşüm değeri düşüyor çünkü.  Evden, çocuklardan başlamak gerekir.  Hatta geri dönüşüm yapan aileler, çocuklar ödüllendirilmeli.  Belediyeler bu konuda proje üretmeli, mesela geri dönüşüme katılan çocukları ödül olarak sinemaya götürmeli, kitap hediye etmeli, plaket verilmeli. Yaratıcı ve kamuoyuna dokunan teşvik edici, özendirici projeler yapılmalı.  1999’de Kanada’ya gittiğimde bu uygulamayı orada görmüştüm. Evlerdeki ayrıştırma görevini evin çocuklarına veriyorlardı. Belediye ayın en çok atık toplayan çocuğunu seçiyor ve ödüllendiriyordu. Yalnız çocuk değil, hatta anne babayı da kapsayan ev ödülü veriliyordu.  Türkiye’ye döndüğümde Kanada’daki uygulamaları Afyon’daki yetkililerle paylaştım. (O zaman Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde idim). Evlere dağıtılan atık takvimini, atık broşürlerini tanıttım örnek olarak kullanılsın diye. Atık sorunuyla ilgili Belediye Başkanının da katıldığı paneller yaptık. Üniversitede verdiğim “Çevre ve Kentleşme” dersinde otobüslerle kentin dışındaki vahşi çöp depolama alanına gittik, maskeleri takarak orada ders yaptık. Sonra Belediye Başkanı şehrin çeşitli yerlerine ilk defa 4 farklı renkte yönlendirmeli atık torbaları yerleştirdi.

Halen atık kumbaralarını kullanma konusunda sorunlarımız var. Duyarsız insanlar, bu gibi sorunları sahiplenmedikleri gibi süreci de olumsuz etkiliyor. Fakat her şeye rağmen gittikçe artan sayıda duyarlı insan zaman içinde alınan tedbirlere destek olmaya başladı. Artık bir çok kent bu konuda daha duyarlı. Vahşi depolamadan modern dönüşüm tesislerine geçmiş durumdayız. Fakat halen yeterli düzeyde duyarlı olmadığımız ortada. Şimdi devletin aldığı örgütlü ve hukuksal önlemlerin en önemli tamamlayıcısı olan sivil ve bireysel katılım aşamasına geçmeliyiz. Meydanlara konulmuş olan farklı atık kumbaralarına farklı çöpleri düzenli atmayı, basit gibi görünen fakat çok önemli bir sorun olan yerlere sigara izmariti atmamayı öğrenmeli ve etrafımızı da bu konuda uyarmalıyız. Bu konularda bireysel önlemlerimizi geliştirmemiz gerekiyor.





Bir de çok dikkatimizi çekmese de atık toplayarak geçimini sağlayan insanlar var. Onlara çok şey borçluyuz.  Emekleri ile çok önemli bir hizmet sağlıyorlar.  Ayrıca dilenmek, suça eğilim göstermek, boş gezmek yerine emeğiyle çalışarak onurlu bir şekilde yaşanabileceğinin de örnekliğini sunuyorlar. Aralarında tanıdığım filozof yapıda değerli insanlar da oldu.  Bir zamanlar “Katık” adlı dergi bile çıkarıyorlardı.  Fakat artık bu konuda da önlemler alınmalıdır. Toplayıcılığın meslek olarak tanımlanması, sertifikalandırılması lazım. Çünkü atık artık çok önemli ekonomik bir değer.  Paylaşım konusunda zaman zaman sorunlar çıktığını biliyoruz. Atık toplayıcıları zaman zaman çöpe el koymak isteyen bazı özel kuruluşlar ya da belediyeler ile karşı karşıya geliyor.  Ayrıca bu alan ile ilgili akademik çalışmalar da yapılması gerekir.

ÇöpFit: Para cezası yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz, hukuki yaptırımlar toplumsal sorunlarda ne derece etkili?

RY: Duyarsız bazı insanlar için para cezası geçerli bir yaptırım olabilir. Israrla çevreyi kirleten ve bunu bilinçli bir şekilde sürdüren kişilere karşı elbette para cezasının yanında çevre konusunda bilgilenme ve çevre temizliği cezalarının da uygulanması gerekir. Hatta ciddi boyutta çevresel, kimyasal, sanayi kirliliğine yol açanlar hakkında büyük miktarda para cezalarının yanında hapis cezaları da söz konusu olabilir. Fakat bütün bunlar sorunu kökten çözecek önlemler değildir. Sorunun toptan çözümü her zaman olduğu gibi toplumun genelinin bu konuya duyarlı olması ve yaşam biçimi haline getirmesi ile mümkündür.

Yaptırımlar bu duyarlılığı baltalayan, bu çabaları boşa çıkaran, ısrarlı ve duyarsız davranışlarıyla engel teşkil ederek toplumun hak ve özgürlüklerini yaşam biçimini tehdit eden insanlara uygulanmalıdır.

Toplumun genelinin desteklemediği hiç bir şey zorla kabul ettirilemez. Asıl olan duyarlılık ve gönüllülüktür. Yaptırımlar bunları destekleyici ve tamamlayıcı olarak uygulanması gerekir. Yani hukuksal yaptırımlar ahlak ve estetik tercihlerin destekçisi ve tamamlayıcısıdır.

İnsanoğlu hem kendi türü ile hem de doğa ile yani çevresiyle ilişkilerini öğrenme sürecine devam ediyor. Theodor Zeldin "İnsanlığın Mahrem Tarihi" adlı eserinde insanlığın son iki yüzyılın etkileyici teknolojik patlamasına rağmen pek çok bakımdan hala emekleme çağını sürdürdüğünü ve insanlığın yoluna devam ettiğini ifade ediyor.

İnsanlık yaşamını ötekine egemen olma anlayışı etrafında sürdürdüğü sürece çeşitli felaketler yaşayacaktır. İnsanoğlu uzun bir süre insan insan ilişkilerini kölelik üzerine kurdu. Kölelik insanlığın yaşadığı büyük felaketlerden birisidir. 19. yy. daki bilimsel gelişmeleri yine bu sefer doğaya egemenlik kurma üzerine kullanınca, çevre felaketi diye adlandırdığımız yeni bir felaketle uğraşmaktadır. İnsanoğlu doğaya ya da kendi türüne egemenlik kurmadan, birlikte yaşamanın yollarını öğrendikçe daha mutlu bir hayatının olacağını öğrenecektir. Buna tahakküm-mülkiyet ilişkisi diyorum.

ÇöpFit: İnsanın doğayı egemenliği, tahakküm altına aldığı da aslında bir yanılsama değil mi?

RY:   Tabii ki yanılsama aslında çok doğru. Doğayı egemenlik altına alamayız aldığımızı düşünüyoruz sadece. Doğa bir yanını kısıtlıyor ve geri dönüş vermiyor. Kirlilik dediğimiz soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya, yediğimiz gıdaya, kültürümüze sirayet eden, gürültü olarak bize geri dönen bu unsurların hepsi doğa ile tahakküm ilişkisine girmenin sonuçları olarak bize dönüyor.  Bunu tersine çevirmek için bazı noktalarda geciktik.  Ama yine de doğanın kendini onaran yapısı nedeniyle bazı noktalarda tersine çevirme mümkün olabilir. Doğanın kendisini onarıcı özelliklerinin önüne insanın koyduğu engelleri kaldırmamız lazım.  Akan su kir tutmaz deriz değil mi yani doğa kirliliği çevirecek dönüştürecek güçtedir. Fakat akarsuyun debisine, yatağına müdahale edersen baraj ve bentlerle kısıtlarsan, suya yine akışkan özellikte olan kimyasalları salarsan, suyun kendi yasalarına müdahale edersen su aksa da kendini temizleyemiyor. Aynı şey hava için de geçerli. Hava koridorlarını kapatacak şekilde, rüzgar sirkülasyonuna müdahale edecek şekilde yapılaşma ve aşırı gaz salınımı ile atmosferdeki yapının bozulması ekosistemi de bozuyor.

ÇöpFit : Toplumsallığa geri dönersek, farklı toplumların çöp, atık konusunda farklı tutum sergilemesi konusu var bir de.  Japon, Alman, İngiliz haber oluyor okuyoruz ya da kendimiz tecrübe ediyoruz, çöpe daha duyarlı, çöp toplamalara vs. hemen yardım ediyor, bizim insanımız neden rahatsız olmuyor, insanın tutumlarında içinde bulunduğu kültür mü, bireysel eğilimler mi, daha etkili?

RY: Birinci boyutta bireysel duyarsızlık, ilgisizlik var fakat bu kültürden bağımsız değildir. Çünkü biz bir kültür içinde yetişiyoruz. Fakat kültür bir kader değildir. İnsan öğrenen, deneyim kazanan bir varlıktır. Kültür bize çeşitli imkan ve imkansızlıklar sunar. Bunları yerinde kullanmak ya da değiştirmek bizim kendi tercihimizdir. Vurguladığımız gibi bu sorun bugün bireysel ve kültürel yanları olan bir kamusal alan sorunudur. Evimiz, arabamız temiz de niye dışarısı kirli…bunun cevabının olması gerekir. Çünkü evimizin dışını kendimizin alanı olarak görmüyoruz ve mülkiyetimizde olmadığı için sahiplenmiyoruz, sorumluluk duymuyoruz. Yerlere çöp atanları uyardığımız zaman “-babanın malı mı?” diye bir mülkiyet vurgusu yaparak cevap vermesinin altında bu yatıyor. Yoksa oranın temiz tutulması gerektiği konusunda bir bilgi eksikliği yok. Temizlik konusunda gayet bilinçli. Çünkü evini ve arabasını temiz tutuyor çünkü kendi mülkiyetinde ve sorumluluk duyuyor. Çevre ise belediyenin/devletin sorumluluğunda. O halde öğrenmemiz gereken ortak kullanım alanlarımıza karşı sorumluluk duymak için ille de bizim mülkiyetimizde olması gerekmez. Bu medeni olmanın diğer insanlara saygı duymanın birlikte yaşamanın temel bir gereğidir. Elbette bu ahlaki ve estetik bilincin hukuki yaptırımlarla desteklenmesi gerekir.

Duyarsızlığın yanında ikinci önemli neden tepki olabilir. Tepkinin nedeni ise yaşantının diğer alanlarından “olumsuz transfer”den kaynaklanmaktadır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bazılarımız yaşamımızın çeşitli dönemlerinde ve süreçlerinde uzun ya da kısa süren baskı, şiddet, dışlama, aşağılanma, ezilme vb. olumsuzluklar yaşarız.  Bu yaşantılar bireyde birikimler ve travmalar oluşturabilir.  Aile içi şiddetten ve suiistimalden tutun da, işyerindeki patron/amir tahakkümüne, devlet/kamu baskısı ve ekonomik yetersizliğe kadar yaşanan olumsuzluklara tepki olarak gizli bir protesto transferi biçiminde de çevre kirliliği ortaya çıkabilir. “Beni mutsuz eden toplumun mutlu olmaya hakkı yoktur.”  Kirlilikten öte kamu malına zarar verme hatta çocuk yaşlı ve hayvanlara yani kendisinden zayıf her şeye zarar vermeye kadar bu davranış yaygınlaşabilir. Bu transfer bazen bilinçli bazen bilinçsiz de olabilir.

İyi şeyler yaşamış ve biriktirmiş bireylerin transferi yani hayata kattıkları elbette iyi olacaktır. Bu iyilik ya da kötü olma hali kamusal yaşama da iyi veya kötü olarak etki edecektir. Düğünlerde rastgele silah sıkma, şehirlerarası yollarda tabelalara kurşun atma, arabanın gazına sonuna kadar basma, trafikte makas atma, güçlü olmak için silahlanma, başkalarının hak ve sırasını gasp etmenin öğünülecek bir güç gösterisi sayılması, kadın çocuk hayvan ve yaşlılara şiddet uygulama vb. davranışlar tıpkı çevreyi saygısızca kirletmek gibi kamusal yaşamımızı olumsuz etkileyen transfer davranışlardır.

Birey çoğu zaman yaşadığı olumsuzlukları bu gibi agresif davranışlara transfer ederek telafi etme yolunu seçebilmektedir. Eğer eğitim ve yönlendirici kampanyalar aracılıyla bu gibi davranışlar değiştirilemezse, hukuki yaptırımların devreye girmesi gerekmektedir. Aslında azınlıkta olan bu gibi insanlar hukukun doğru çalışmaması nedeniyle engellenemezse bu durum kamusal hayata saygılı davranan insanları da olumsuz etkileyecek ve kamusal hayatı tehdit eden davranışlar gittikçe daha yaygın hale gelecektir.

ÇöpFit: Toplumda temizlik gibi temel bir konuda gelişen dayanışmanın, gönüllülüğün sosyolojik anlamda bir sonucu/önemi olabilir mi?

RY: Toplumumuzda en eksik olan şeylerden biri de gönüllülük, her alanda gönüllülük. Gönüllülük kamu yararına bir şeyi doğrudan bir çıkarı olmadığı halde ya da herhangi bir zorunluluk ya da yaptırım söz konusu olmadan tamamen kendi iradesiyle yapılmasıdır.

Gönüllü insanda iki şey devreye girer. Birisi gönül yani vicdan, diğeri akıldır. Yani gönüllü eylem akıl ve vicdanın ortaklığı soncu ortaya çıkar. İnsanı insan yapan en önemli iki özellik te akıl ve vicdandır. Bunlardan birisini alırsanız ortada insan kalmaz. Aslında bir toplumu ayakta tutan değerler de buradan kaynaklanır. Gönüllü sivil mekanizmaları eksik olan toplumlarda Kamusal yaşam mekanik, huzursuz, kuralsız ve güçlünün hakim olduğu bir yaşam alanına döner. Batıda iş başvurularında öncelikle bireylerin ne kadar gönüllü çalışmaya katıldıklarına ve ne kadar sivil toplum örgütüne üye olduklarına bakılır. Ortak kamusal yarar üreten toplumlar daha medeni toplumlardır. Kamusal yarar aslında dolaylı olarak kişinin kendisine dönecek olan huzurlu bir toplumun, sağlam bir karakterin altyapısıdır.

Biz üniversitemizde öğrencileri gönüllülük alanına yöneltmeye çalışıyoruz. Sosyoloji bölümü olarak okulu bitirirken kendilerine bitirme çalışması için dört seçenek sunuyoruz. Bunlar tez yazmak, staj yapmak, makaleler yazmak ya da gönüllü toplum çalışması yapmak ve bunları bilimsel olarak raporlamak.

Nedir gönüllü toplum çalışması... örnekler üzerinden anlatmak gerekirse, eskiden 3 nesil bir arada yaşıyorduk, şimdi şartlar değişti,  Türkiye'de bir yaşlılık sorunu var. Konu sadece fiziksel bakım meselesi değil, bu insanların duygusal boşluk içine düşmemesi için günün belli saatinde kitap okumak, yalnız yaşayan yaşlıların bakımına destek olmak gibi.  Yine ülkemizde bugün çok sayıda göçmen var. Bunlardan Suriyeli çocukların % 70 i okullaştı. Bu çok önemli bir rakam ve topluma entegrasyon için çok önemli. Bu çocukların Türkçe öğrenmesine ve ödevlerini yapmada üniversite öğrencilerinin yapacağı gönüllü çalışmalar çok faydalı olabilir. Aynı şekilde ÇöpFit faaliyetleri gibi gönüllü çevre temizliği yapmak, organize etmek önemli bir gönüllük örneğidir ve gönüllülük öncelikle insanın kendisini temizler ve sağaltır.

ÇöpFitHocam, söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz, değerli görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. 

Sohbetimizi hepimizin bildiği, Ahmet Kutsi Tecer'in "Orada bir Köy Var Uzakta" şiiri, çocuk şarkısı ile tamamlayalım...  Bazen bir çocuk şarkısı, şiir saflığındadır hakikat.

https://www.youtube.com/watch?v=liknMpHvYa

Orda bir köy var uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var uzakta.
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalmasak da,
O ev bizim evimizdir.

Orda bir ses var uzakta,
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da, tınmasak da
O ses bizim sesimizdir.

Orda bir dağ var uzakta,
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de, çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.

Orda bir yol var uzakta.
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de, varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.

*http://www.copfit.biz/TR/

ÇöpFit nedir, kimdir diyenler için

“Sağlık için yürüyüp koşarken, elindeki poşete gördüğü çöpleri toplayıp, temiz bir çevreye katkıda bulunayım, parkım, sahilim, yeşil alanlarım pırıl pırıl olsun diyen, gezegeni, memleketini, sokağını sahiplenen, atılan her adıma, yerine ulaşan her çöpe, geridönüşüme değer veren, şikayete, öfkeye teslim olmayan, çözümün parçası olmayı seçen HER ÇÖP, HER ADIM FARK YARATIR" diyen çevre, doğa gönüllüsü bir gruptur ÇöpFit.

**https://yasamboyuogreniyorum.blogspot.com/2018/04/plogging-mi-copfit-te-olur.html

***http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/copte-ithalat-tartismasi-2018de-bir-milyon-ton-atik-kagit-ithalati-gerekiyor-40881868
https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/atik-ithal-etmek-yerine-kendi-atiklarimizi-toplayalim/1165038