25 Aralık 2017 Pazartesi

DÜNYA PEKALA DAHA İYİ BİR YER OLABİLİR...Mİ ?



DÜNYA PEKALA DAHA İYİ BİR YER OLABİLİR diyebilen ya da buna yakın tavrı olan kaç kişi var çevrenizde... "hiç kimse kusura bakmasın" benim fazla yok.   Kusura bakmasın kısmını göndermeli, esprili yazdım ama pek kimsenin kusura bakacağını da sanmıyorum.  Şu sebepten, yaşadığımız zamanlarda, iyimser olmak ya da iyimser görünmek, ilgi alanlarınızda, işinizde karınca kararınca çaba sarfetmek neredeyse hayalperest bir zayıflıkmış gibi algılanabiliyor.... Hayatın yükü omuzlara daha bir ağır mı gelir oldu acaba... yoksa güvensizlik, "gerçekçi" olmak hayatta kalmayı, uyum sağlamayı mı kolaylaştırıyor ya da kendimizi hayal kırıklığının, boşa kürek çekmenin bedbaht sularından mı sakınıyoruz...

İnsan herşeyin ölçüsüdür, herkes kendi içinde bu dengelerine ulaşır diyerek bu bahsi kapatabiliriz.  Peki ya hayaller ve gerçekler arasındaki dengeyi bulacağım derken, içinde bulunduğumuz kültürün, aldığımız terbiyenin bizi sığ hayalgücü, sıkıcılık rüzgarlarına savurmasının da mümkün olduğunu düşündürten yaşantılarımız olmuyor mu hiç...  "ben iyiyim de, ortam kötü" kolaycılığına kaçmak için değil ancak aile, okul, işyeri ya da toplum hayatında yeni fikirlerin, çabaların cesaretlendirildiğini ya da başarıların yeterince takdir görüp, dile getirildiğini, farklılıkların her zaman kucaklandığını söylemek güç...  
Bırakalım mütevazi çabaların değer görmesini, sık sık bilim, sanat, spor dünyasında projeleriyle, eserleriyle öne çıkmış insanların, ülkemizde kabul görmeyip, başka ülkelerde baştacı edildiği haberlerini duyuyoruz.  Yergide cömert, övgüde cimri olmak kime ne kazandırıyor...

Ben bunları yazıp çizer siz de okurken, Nijerya'nın Abuja şehri ile bizden Adana'dan iki çöp hikayesinde dünyanın pekala daha iyi bir yer olabileceği inancını taşıyan ortaokul öğrencileri ile bir fotoğraf sanatçısının çabalarını paylaşmak istedim.


Nijerya'da ortaokul öğrencisi kız çocuklarının, yaşadıkları Abuja şehrindeki atıkların geri dönüşümünü kolaylaştırmak için geliştirmeye çalıştırdıkları uygulamanın hikayesi


ya da




Adana’nın arka mahallelerinde çalışan çoğunluğu Suriyeli geri dönüşüm işçileri haftanın altı günü çöp topluyor, tek izin günlerinde fotoğrafçı Mustafa Gülek'ten çekim yapmayı öğreniyor.  Eskiden hayatları çöpten ibaret gençlerin hayali ismi ‘Kağıtla Aşk’ olan bir kısa film yapmak.

http://www.hurriyet.com.tr/video/kagitla-ask-40689672

Hayalleri sorulan, onların peşine düşmesi için cesaretlendirilen, güçlendirilen gençlerden, insanlardan oluşan bir toplumda fark yaratmak daha kolay olur mu acaba? Gerçek yaşamda ya da masalında hikayesinde böyle örnekleri görerek, bilerek büyümek önemli midir....  

Herkesin bir şekilde birbirini etkilediği, bağlı olduğu hayatımızda insanın, hayvanın, doğanın birbirinin hayallerine, enerjisine, çabasına elvermesi ile dünyanın başta kendimize sonra başkalarına daha iyi bir yer olabileceğine inanıyorum.


Bu yazının duygusunu bir süredir içimde taşıyordum ama yazmama sebep olan şey biraz da 9. Sınıf öğrencisi kızımın Türkçe dersinde yazdığı “Hayallerin Peşinden Koşmak” isimli aşağıdaki yazısını tesadüfen görmek oldu.

“Hayallerin Peşinden Koşmak”

Her insanın yaşamı boyunca hayalleri olmuştur.  Bu hayaller zamanla büyük ihtimalle değişecektir ama değişmemesi gereken, hayalleri gerçekleştirmeye çalışmaktır.  İnsanoğlu hayallerinin peşinden koşmalıdır.  Ne kadar imkansız gözüküyor olsa bile hayalleri gerçekleştirmek insanları en mutlu hissettirecek kavramlardan biridir.

İnsanlar hayallerinin peşinden koşarlar ama unuttukları önemli bir nokta vardır.  Para mutluluğa eşit değildir.  Hayaller sırf para kazanmak için olmamalı.  Bu hususta dikkat edilecek bir nokta daha vardır.  Hayaller gerçekçi olmalıdır.  Eğer hayaller gerçekçi değilse, boşuna zaman ve emek kaybıdır. 
Sonuç olarak, hayallerimiz mantıklıysa, onların peşinden koşmak iyi bir fikirdir.    
   
Okuyunca ne aklı başında çocukmuş hissi de verebilecek sözleri, bende bir burukluk duygusu bıraktı.... Hepinize 2018 yılında gerçekçi ya da gerçekçi olmayan hayallerinizin peşinde koşabileceğiniz mutlu günler dilerim…


(gençleri hayal kurmaya teşvik etmek, hayal kavramını, algısını olumluya taşımak ve hayalleri kalıplar dışında ifade etme fırsatı veren bir hayal platformu varmış, bir deneyin isterseniz...☻♦☺ 

8 Aralık 2017 Cuma

DİJİTAL EHLİYETİNİZ VAR MI ?


Değiştirmemiz gereken, yeni çipli nüfus cüzdanları, ehliyet, pasaport türü kimlik belgelerimiz değil kastettiğim. Yetişkinlere, çoluk çocuk, öğretmen interneti kullanan herkese lazım olabilecek bir dijital ehliyet derdim.

Avustralya'da bir teknoloji şirketi tarafından geliştirilen "öğrenciler", "anne babalar" ve "öğretmenler" için internet güvenliği, sanal iletişim konularında yeterlik geliştirme, ölçme amaçlı bir kavram dijital ehliyet. Londra Üniversitesi'nin Dijital Gelecek için Ebeveynlik girişiminin duyurusu ile haberdar oldum.

https://www.digitallicence.com.au/

Avustralya’dan, Singapur, Hong Kong ve Yeni Zelanda'ya yayılmış uygulama... Gelecek hazırlığında parmakla gösterilecek ülkeler bunlar, hiçbirşey tesadüfen olmuyor... İçerik, öğretmen, psikolog, hukukçu ve gençlerle birlikte oluşturulmuş. İnternet güvenliği hakkında bir ders programı ve sonunda küçük sınavlardan oluşan sekiz modülden oluşuyor.

Hazırladıkları dijital ehliyet quizinin bir örneği ile ne kadar "bilgi"lisiniz test edebilirsiniz.

Quiz, İngilizce, Türkçesini göremedim.

https://www.digitallicence.com.au/trial-the-quiz/

ama İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Dijital Medya ve Çocuk sitesi de bu haberi paylaşmış oradan da ayrıntılı bilgiye erişebilirsiniz.

http://dijitalmedyavecocuk.bilgi.edu.tr/2017/11/13/avustralyadan-bir-yenilik-dijital-ehliyet/



Chad Knight

Chad Knight'ın Dijital Sanat çalışmaları için aşağıdaki linke gidiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=KL_2_kxDsaE

2 Aralık 2017 Cumartesi

GELECEK HAKKINDA KONUŞMALIYIZ... WE NEED TO TALK ABOUT FUTURE



Seneler önce, yanılmıyorsam 1992, Zülfü Livaneli’nin bir köşe yazısında gelecek, gelecekçilik (Fütürizm) akımından bahsedildiğini duymuştum.  Livaneli, Alvin Toffler adlı bir yazarı ve “Yeni Güçler Yeni Şoklar” adlı yeni kitabını anlatıyordu. Alvin Toffler hakkında öyle şeyler yazmıştı ki, kitabı es geçmek mümkün değildi. Gel zaman git zaman, fütürizm, yani geleceği belirleyen trendlerle, bugünü ve geleceği şekillendirmek eğilimi gittikçe daha yaygın, görünür bir hal adı. Gelecekçiliğin bana cazip gelen bir yönü de, gerçekçi bakış açısıyla, tüm şartların bilincinde ama olumlu düşünmeye daha yakın olması, geleceği korku yerine olumlu öngörülerle inşa etmeye çalışarak, insanı güçlendirmesi.



 Fütürist Alvin Toffler 

Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden, bu alandaki en etkili, başarılı düşünürlerden olan  Toffler, 70lerden beri yaptığı öngörülerinde,  tarım ve sanayi toplumundan sonra üçüncü dalga olarak bilgi toplumunun geleceğini, bilginin serbest ve çok yüklü bir şekilde internet üzerinden kişisel bilgisayarlardan "information overload" yayılmasının insanları yaşadıklarını anlamlandırma, karar verme konularında zorlayacağını, sahip olmaya değil, ihtiyaç halinde kullanıp iade etmeye dayalı paylaşım ekonomisinin başlayacağını, işyerlerine esnek çalışma, home office modelinin geleceğini, hiyerarşik yapıların kalkacağı türden şirketleri öngörmüştü.  Bayağı tanıdık geliyor değil mi, bugünün dünyasını düşününce...

Toplum yaşamını etkileyen eğilimler, gelecekteki yaşamın nasıl şekilleneceğine bir ilgim oldu hep. 3D yazıcılar, nesnelerin interneti gibi yenilikçi konuları duyar duymaz çevreme heyecanla anlatmalarım, teknolojinin öğrenme, sanat, iş yaşamını nasıl etkilediği üzerine yazı denemelerim olmuştu.  


Bugün bilişim sektöründe olmayanlar için pekçok yeni kavram duyuyoruz.

Akıllı ev, şehir, uygulama, platform, dijital para bitcoin, über taksi, e-devlet, siber dolandırıcılık, giyilebilir teknoloji, hibrid, elektrikli araçlar, airbnb tatilleri

olarak kendini gösteren, bazılarımızın çoktan kullandığı, kod, algoritma, yapay zeka dünyasını kullanıcı, sokaktaki vatandaş gözüyle değerlendiren teknoloji yazıları yazmak istiyorum.


Conversation Lashes -Sohbet Kirpikleri

Model, Rachelle Beaudoin, Fotoğrafçı, Michelle Aldredge

Yenilikleri anlamaya çalışmak, alışkanlıklardan sıyrılmayı göze alıp, bu yenilikleri deneyimlemek artık bir dijital vatandaşlık ödevi.  Yaşı orta yaş ve üstü olanların daha ciddiye alması lazım çünkü gençler uyum sağlamada çok daha açık ve donanımlı.

Yakın gelecekte görmeyi beklediklerimiz ise,

sağlıkta nano robot, çiplerle tedavi, şubesiz bankacılık, yapay zekanın, robotların her sektöre girmesi, robot sevgililer, insansız araçlar, devasa piller ile yeni enerji kaynakları...

Tüm bu gelişmeler aslında öğrenci, çalışan, girişimci, taksici, anne baba olarak hepimizi etkiliyor. Öğrenme, değişim, dönüşüm süreçlerinden geçiyoruz.  Çinlilerin, "geçiş dönemlerinde yaşayasın" diye bedduası varmış, sosyolojik bir beddua biçimi de olsa durum ciddi..., ayrıca, robot, otomasyon süreçleri ile mavi yakalılar ile başlayıp, beyaz yakalı çalışanları tehdit etmeye başlayan işsizlik, öğrencinin geleceğin cazip mesleklerini seçme, çabuk eskiyecek diploma stresi, teknolojik bağımlılığının tehdit ettiği aile içi ve sosyal ilişkiler gibi konular nedeniyle de kayıtsız kalmak zor.  

Bu geçiş dönemini atlatmak için uzmanların tavsiyesi, okuryazarlık... "medya okuryazarlığı”“dijital okuryazarlık” ve hatta “gelecek okuryazarlığı”. 

Okuryazarlık, temel insan haklarından biri ve hayat boyu öğrenmenin temelini oluşturuyor. Bireyleri, aileleri ve toplumları güçlendirip, yaşam kalitesini yükseltiyor. “Çarpan etkisi” sayesinde okuryazarlık, yoksulluğun ortadan kaldırılmasına; çocuk ölümlerinin azaltılmasına, nüfus büyümesinin kontrol altına alınmasına; cinsiyet eşitliği, sürdürülebilir kalkınma, barış ve demokrasinin sağlanmasına da yardımcı . http://unesco.org.tr/dokumanlar/egitim/okuryazarlik.pdf

Kimileri, yeni okuryazarlığı, yetişkinlerin bilgisayar becerilerini kullanarak problem çözme becerisi olarak tanımlıyor.

Medya okuryazarlığı, medyanın diliyle okuyup yazabilme becerisi (Bilgiye erişim, içerik ve güvenilirliği analiz ve üretme becerisi). Yalnızca belli yaş grubundaki çocuklar değil okul öncesi, çocuklar gibi yetişkinlerin de dahil edildiği yaşam boyu sürecek bir eğitim.  Türkiye'de medya okuryazarlığı dersi 2007-2008 eğitim yılından bu yana seçmeli bir ders olarak verilmektedir. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/86050

Dijital okuryazarlık, sayısal düşünme bakımından yetkinlik kazanmanın yanı sıra dijital ortamda içerik bulma, yaratma, değerlendirme, paylaşma ve ondan yararlanma yeteneği. Kodlama ve maker eğitimleri de bu kapsamda değerlendiriliyor.

Dijital Zeka “DQ” Kavramı ile Tanışın: Çocukların Kazanması Gereken 8 Dijital Yetenek

https://medium.com/world-economic-forum/8-digital-skills-we-must-teach-our-children-f37853d7221e

Gelecek Okuryazarlığı (Futures Literacy) Geleceği nasıl algılıyoruz... bu algı bugünkü hayatımızı nasıl değiştirebilir... gelecek verileri ile bugünü, geleceği şekillendirme.. geleceği görme, görebilme ihtimali bugüne dair insanları güçlendiriyor... UNESCO’nun girişimi ile politika belirleyiciler, akademisyenler, sanatçılar, gençler, biraraya gelerek tartışarak, mevcut varsayımları değiştirerek farklı bir dünya hayal etmeye uğraşıyor geleceği hayal ediyor, geleceği yaratıyor... barış, kapsayıcılık, sürdürülebilirlik için yeni yollar geliştirme çabası. İnsan ve toplum bilimleri alanında çalışanlar toplumların geçirdiği dönüşüm üzerinde çalışıyor. Sektörler arası işbirlikleri gözden geçiriliyor

Bu yeni çağda, eğitim reformu ile bağımsız düşünebilen, farklı parçaları bir araya getirip, başkalarıyla çalışan, bu şekilde yeni değer yaratabilen insan yetiştirmek gerektiği,  küçük yaşlardan itibaren, bilgi teknolojilerine hakim, yaratıcılığı besleyen eğitim ve "yaşam boyu öğrenmenin" geliştirilmesi gerektiği vurgulanıyor.

https://www.keidanren.or.jp/en/policy/2016/029_outline.pdf


"İnsanlar coşkun bir nehir gibi geleceğe akarlar". 

"Durmayalım"

İstiklal Marşı'mızın Şairi Mehmet Akif Ersoy 


***

21. Yüzyılın cahilleri okuma-yazma bilmeyenler değil, öğrenemeyenler, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştiremeyenler ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır. 

“The illiterate of the 21st century will not be those who cannot read and write, but those who cannot learn, unlearn, and relearn. ” 

 Alvin Toffler







4 Kasım 2017 Cumartesi

BENİMKİSİ BİR GÖNÜLLÜLÜK HİKAYESİ



İlk 1994 yılında üniversitedeyken, Macaristan'ın Eger şehrinde hayatıma girer gibi olmuştu. 
Başkent Budapeşte'nin 100 km uzağındaki tarihi Eger şehrinde, uluslararası bir öğrenci grubu ile parkların, tarihi yerlerin temizliğini yapacaktık. 90lı yıllarda öğrenci bütçesine uygun, bu tür gönüllü programlar (voluntourism) düzenleyen GSM (gençlik servisleri merkezi), Genç Tur vardı, hala da var sanırım. İlk gönüllü toplum hizmetim, şans tesadüf Macaristan'da olacaktı... 


Eger -Macaristan

Osmanlı döneminde kuzeyde gelinen en uç nokta
üstte o günlerin popüler mekanı Török (Türk) Kafe 

Yıllar sonra, işim nedeniyle borsa şirketlerinin kurumsal yönetimine çalışırken, şirketlerin kurumsal sosyal sorumluluk işlerine kafa yormuştum bir miktar. Sermaye piyasasının gönüllülüğe teğet geçtiği nadir anlardan... Bağış, hayır işlerini de bir yana bırakırsak, sağ elin verdiğini sol el bilmez, bilmemeli, amacım, gönüllü'lük üzerine yazmak, bir de kendi küçük deneyimimi paylaşmak. 

Yakın zamana kadar toplum yararına, gönüllü faaliyetlerde bulunma fırsatım olmadı. Daha dürüst olmak gerekirse, ya gereken sosyal beceri, çevreye sahip değildim ya da henüz değerlerimin, duyarlılıklarımın tam farkında değildim. Hayatta her şeyin bir zamanı var ya, ondan belki de...Fakat son birkaç senedir, kendim, yakın çevrem dışında birilerine bir faydam dokunsun hissimin gittikçe güçlendiğini biliyorum. Ancak ne yapabilirim, nereden başlayabilirim emin olamadım. Aslına bakarsanız, toplumda dizi dizi devasa sorun, bunları kendine dert edinmiş dernek, vakıf, gönüllü, aktivist, sosyal girişimci, yüce gönüllü insan az değil... Yürüyerek, koşarak, tırmanarak, işbirliği, emek, yaratıcılıkla, aç açıkta, öğrenciye, insana, hayvana yetişmeye çalışıyor bu kişiler. Yapılan işleri duyup öğrendikçe, yaşama, insanlığa inancı tazelenmeyen yoktur herhalde. Toplumların ve hatta insanların başına gelebilecek en kötü şey, gelecek inancını ve umudunu yitirmekmiş, Hillary Clinton'a göre....  o yüzden, Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.  İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir... diyor Yaşar Kemal.  Ezcümle, gönüllülük aydınlık bir konu.

Nereden başlayacağıma emin olamadığım, gönüllülük hikayeme dönersek... Yaşam koçları ile huzurevlerinde kalan yaşlıları biraraya getirmek istedim.  Koçların eğitimlerinde kazandıkları en önemli beceri olan "dinleme"'nin, huzurevlerindeki yaşlılarımızın kendilerini ifade imkanlarını artıracağı, günlük yaşamlarına renk katarak, hayatlarını iyileştirebileceğini düşündüm.  İyi yaşlanma, yaşamboyu öğrenme, genç yaşlı birbirinden öğrenmenin hayata anlam kattığına inandığım için, proje öncesinde de, türlü deneyimler ve hikayeler üzerine yazıyordum.  Bu yazılar ve koçluk eğitimi bu alanda farkındalık geliştirmemi sağladı sanırım. (Merak edenler için bu konulardaki yazıların linklerini aşağıda bir araya getirdim.)





http://yasamboyuogreniyorum.blogspot.com.tr/2016/04/tolstoyun-bisikleti-butun-aileler.html

Fikrime desteğini esirgemeyen, ziyaretlerimizde bizi yalnız bırakmayan başta eğitmenlerimiz Ebru Ganol Oğuş, Ceyda Tezel ile Şengül Demir, Makbule Doğan, Ayten Çal, Mehmet Murat ve Özlem Sayın'a tekrar içtenlikle teşekkür ederim.  Gönüllü koçlar olarak biz kolay organize olduk ama projemize kapılarını açacak huzurevlerini bulmak, düşündüğümüzden zor oldu, hayli zaman aldı. Ankara'da, sayısını unuttuğum özel, devlet kurumuna telefonla, yüzyüze, yazılı derdimi anlattım.  Nihayet, önce Sefa Huzurevi ve sonra 75. Yıl Huzurevi'nden olumlu cevap almayı başardık.  Ve bir 14 Şubat haftası, Sevgili Şengül Demir'in karanfillleri ile ilk ziyaretimizi, sohbetlerimizi gerçekleştirdik. 2017 yılında yaptığımız 9 ziyaretten birinde, Kanal B'de çalışan arkadaşımız Serkan Bey'in girişimiyle, Kanal B Ana Haber'de televizyon ekranlarına bile çıktık.     

Bedam Koçları Huzurevinde  - haberin liki

https://www.youtube.com/watch?v=CpT2HLSBB2M



Arkadaşımız Şengül Demir'in Sefa Huzurevi kurucusu Gül Erbek ile yaptığı değerli röportajı

http://coachteam.com.tr/buyuk-yasamlardan-ogretiler/



Sefa Huzurevi'nde sazlı sözlü veda toplantısı

Huzurevlerinde, bakımevlerinde yalnız emeklilik dönemlerini geçiren yaşlılar bulunmuyor aynı zamanda fiziksel ya da psikolojik zayıflıkları olan insanlarla da karşı karşıya geliyorsunuz. Bunun gönüllü üzerinde bir etkisi oluyor, sonuçta bir sosyal hizmet uzmanı, sağlık personeli değilsiniz. Yine de sohbetlerde, her türlü iletişimde, yaşama sevincini, nezaketi, açık yürekliliği, espriyi de görebiliyorsunuz. İşimizi gücümüzü ayarlayıp, telaşla gittiğimiz ziyaretlerden, her defasında koçlar olarak birbirimizle paylaşmak istediğimiz güzel tecrübelerle, hislerle ayrıldık. İki yabancının, karşıdakini tanıma, anlama, birbirinden öğrenme çabası, değer verme ve bağ kurma olarak meyvesini verdi.

Ortak amaç ve değerlerle, anlamlı bir iş için bir araya gelenler arasında güçlü ilişkiler kurmaya yardımcı olduğu için gönüllülük faaliyetlerinin gönüllünün kendisine de yararı olduğu söyleniyor.  Gönüllülerin, daha uzun yaşayıp sağlıklı oldukları, gönüllülük işleri ile ilgilenen yaşlılarınsa, ilgilenmeyenlere göre fiziksel ve ruhsal sağlıklarını daha uzun koruduklarına dair çalışmalar var. Esasında, gönüllü demek her yaş grubu için düşünebiliriz, a dan z ye her işi yolunda olan insan olmak değil, öyle bir yaşam hali de pek kısmet olmuyor herhalde ya da sizin tavrınıza bağlı.  Ama başkaları ile ilgilenmek, sizin kendi sorunlarınızı gereğinden fazla büyütmemenize, daha sağlıklı bir bakış açısı geliştirmenize yardımı dokunabiliyor.

http://www.prb.org/Publications/Reports/2011/volunteering-and-aging.aspx

"Yaşam kısa, sanat uzun" denirdi, şimdilerde beklenen yaşam süresinin 80lere vardığı ülkemizde, Allah herkese uzun ömür versin, yaşam da uzun sanat ta... Güzel olanı herhalde yaşam sanatının hakkını vererek, hayata karşı tutumlarımızda sevgiden, gönül bağından uzak kalmamak...


bir saatliğine mutlu olmak istiyorsan uyu, şekerleme yap,
bir günlüğüne mutlu olmak istiyorsan , balık tutmaya git,
bir yıllığına mutlu olmak istiyorsan bir servete mirasçı ol,
hayat boyu mutluluk istiyorsan birine yardım et…

Çin Atasözü 





9 Eylül 2017 Cumartesi

BABAMDAN NE ÖĞRENDİM...



Babamı kaybettik... Önce bir beyin kanaması, ardından 6 aya varan bir hastane dönemi. Tüm sıkıntısına karşın, metanet ve zarafet içinde geçirdiği günlerin ardından, Hakkın rahmetine kavuştu sevgili babam... Bu zaman zarfında, ailesi olarak bizler de, babamla vedalaşmanın hüznünü yaşarken, bir yandan da, yaşlılık, ölüm düşüncesi ve ölümün kendisi ile yüzleştik.  Nasıl mı, elden ayaktan düşmeyi, yaşlılığın zor olduğunu, hepimizin ölümlü olduğunu bilmekle, en yakınınız üzerinden bizzat tecrübe etmek aynı şey değilmiş... Önce insan vücudunun gücünü ve güçsüzlüğünü, sağlığın, güzelliğin geçiciliğini, uçuculuğunu, hayatın bir anda kontrolden çıkabildiğini yaşadık. Sonra bir zaman, bir hayat telaşesine karıştık, bir de her zaman ayrı bir dünya olarak gördüğüm hastane koridorlarının tedirginliğine... Ölümün, hastalığın uğramadığı ev yok...benzer tecrübeleri yaşayan yakınlarımızın tavsiyelerinden yararlandık.  Eş dost, akrabamızın desteği hiç eksik olmadı.  Ve tabii ki, Ankara Üniversitesi İbn-i Sina Hastanesi ve Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi reanimasyon ve yoğun bakım servislerinin özveriyle çalışan hekim, hemşire, hasta bakıcı tüm personeline de ailece minnettarız...  Allah herkesten razı olsun.

Yakınını kaybeden insan psikolojisi olsa gerek, zihniniz günlük yaşamınızda her yaptığınız işte kaybettiğiniz kişi ile ilgili bir anıya, yaşanmışlığa gidiyor. Ya da kaybı telafi etmek için daha çok hatırlama çabasına giriyorsunuz, bilemiyorum.  Bir de şöyle bir söz var, çeşitli yazarlara atfedilen, "insan iki kere ölür, biri son nefesini verdiğinde, biri de ölen kişinin adı en son anıldığında..."  Gidenin ruhu şad olsun denir, böyle anmaların ardından ama anmak, geride kalanların da, bir o kadar ihtiyacı belki. Bu duygularla babamın bendeki birkaç anısını yazmak istedim.  

Babam Orhan Sayın, geçmişine, anılarına önem veren bir insandı.  Kendi başına zaman geçirmeyi sever, düşüncelere dalar, aile çevresinde, memleketi ve çocukluğunun geçtiği Hadim'i (Konya), okuduğu okulları, oradaki anılarını anlatmayı severdi.  Bugün düşünüyorum, bendeki yazma üzerinden anlatma hevesi de belki ondan geliyor.  Çocukken hatırladığım bir ajandası vardı, gazetelerden kesilmiş özlü söz, yazıları yapıştırdığı.., benim de çok defterlerim oldu böyle... Çetin Altan'a büyük hayranlık beslerdi. Meraktan, ortaokul yıllarında, ben de başlamıştım Çetin Altan'ın gazetedeki köşesini izlemeye.

Üniversite yıllarını geçirdiği İstanbul'u çok sever, o zamanlarını çok anlatırdı. Öyle zamanlar ki, babamın deyişine göre, İstiklal Caddesi'ne kravatsız çıkmadıkları, 1960 İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü öğrenci olaylarına tanık olduğu dönemler.  Mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve döneminin hocaları ile gurur duyardı. Ceketinin sol yakasında, üniversitenin karınca rozetini taşırdı çocukluk yıllarımda.  Yine de meslek seçimimi yaparken, Hukuk okumamı istemişti. Ekonomi, işletme, maliye, üç disiplini beraber vermek istediler bize, sen hukuk oku, birine sahip çık yeter demişti. Daha yüksek puanlı bölümleri de kazanabiliyor iken, babamın tavsiyesine uydum. Pişman da olmadım. Hukuk okumanın değeri de, son yıllarda anlaşıldı Türkiye'de bu arada.  Ben fakültenin birinci sınıfındayken, kendisinin öğrencilik zamanında ciltlettiği Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Sıddık Sami Onar'ın Medeni Hukuk, İdare Hukuku kitaplarını önüme koymuştu.   Hıfzı Veldet'in medeni hukuk kitabı, genel hükümler, "iyiniyet" kısmında "iyiniyet deruni (içsel) bir kavramdır." sözü dikkatimi çekmişti ilk.  Babam da, ben de kelimelere meraklıydık.  90lı yıllarda hukuk fakültelerinde, kanun dilinden dolayı Arapça kelimeler, terimler çok yoğundu, sorardım sık sık.  O da, Arapça'da kural olarak, kelimenin ortasındaki harflerden türetilen, yakın anlamdaki kelimelerden anlamları buldurmaya çalışır, bilemeyince hayrete düşer, neredeyse kızardı. Ben de kızıyorsun ama bu kadarını bilmeyenler de var, diye kendimi savunurdum.

Yeni yetme, ergen yıllarımda kullandığım bozuk Türkçe denilebilecek sözlere takılır, "ne ilgisi var" anlamında "ne alaka" sözünü bile yakıştırmazdı ağzıma.  O zamanlar tepki duysa da insan, bilinçaltında etkileniyor demek ki, şimdi bile kolay kolay argoya dilim varmaz.

Yabancı dil, İngilizce öğrenmek içinde ukde kalmıştı. Olgun çağında bile birkaç çabasını hatırlıyorum.  Bir iki yıl boyunca, her hafta elinde İngilizce öğrenme amaçlı, Gelişim Oxford serisinin bir fasikülü ile eve gelirdi, ama pek ilerleme kaydedememişti. Yine babam gibi benim de benzer birkaç girişimim olmuştu, çocukken ve daha yakın zamanlarda.  Göz ucuyla bakıp -zor işler bunlar kızım, yorma kendini, derdi. Bu arada babamın özenip ciltlettiği kitap ve dergileri hep sevip sahiplendim ama yıllar içinde kaybedip geri vermeyince, aklına geldikçe serzenişte bulunurdu hep. 

Babamdan görüp, etkilendiğimi düşündüğüm bir diğer konu da, insanları olduğu gibi kabul edip, niyetlerine önem vermeye meyilli olmasıydı.  İnsan ilişkilerinde mizaç, karakteri görmenin, kabul etmenin önemini söyler, onun ötesinde beklentiye girmemek lazım derdi. Kabullenmek her zaman kolay olmasa da, insan ilişkilerinde bu tutum benim için rahatlatıcı oldu.

Babamın çalıştığı Sayıştay'ın lojmanında oturduğumuz yıllarda, denetçi arkadaşlarının birbirlerine takılmak için kullandıkları eğlenceli lakapları vardı. Birgün, babama değil ama anneme sorduğumu hatırlıyorum, babamın da bir lakabı var mı diye, var demişti "Baba Orhan" diyorlar babana... o nedenle yıllar sonra, cenaze merasiminde, Sayıştay Başkanlığı'nın çelenkini görmenin ayrı bir anlamı oldu hepimiz için.  

Kaybettiğimiz yakınlarımızın aziz hatıralarına tüm saygımla, herkese sağlık ve esenlikler dilerim..


"Sevdiğini kaybedince, insanın yüreğinde kırk mum yanarmış. Sonra her geçen günde mumlardan biri sönermiş. En sonunda geriye bir mum kalırmış. O tek mum, yaşam boyu sönmezmiş, insan ölünceye dek içinde yanarmış…

… İnsan sevdiklerini yitire yitire yaşar; yıllar geçtikçe, yanan ve sönen mumlar birbirine karışır… Öyle ki gönlünde hangi mum kimin için yanıyor bilemezsin; mumun alevinde sevdiğinin kimliğini göremezsin, yalnız belli belirsiz bir acının dumanı titreşir…

… Zaman geçtikçe acı uslanır, akıllanır, bilgeleşir; hüzne dönüşür; yara kapanmıştır; ama, inceden inceye sızlar."

 İlhan Selçuk, Duvarın Üstündeki Tilki*


60lar, 80ler, 2000ler... Eski güzel resimler için Foto Konfor Kasımpaşa-İstanbul'a selam olsun!


https://tutunamayangiller.tumblr.com'a teşekkürler











31 Temmuz 2017 Pazartesi

BASTON mu BATON mu...



Bir çift baton'a ihtiyacım vardı... Doğa yürüyüşlerinde kullanmak için... Uzun, zorlayıcı rotalarda yürüyüşçülerin dizlerini düşünmesi, dizlere binen yükü hafifletmesi lazım.




Kolayından, Ankara'da Decathlon mağazasına uğrayıp, 10 dakikanın içinde halletmek vardı ama aklım doğa yürüyüşü rehberi Gökhan Koçak ile röportajımda* geçen, el yapımı, esprisi, anısı olan bir batondaydı... Kısmet... derken, tatil için yolum Devrek'e düştü...

Bastonu ile bildiğimiz, yemyeşil Batı Karadeniz'in, Zonguldak'ının Devrek'i... Burada gönlüme göre baton bulamazsam, başka hiçbir yerde bulamam kararlılığıyla, Devrek Bastonu hikayem başladı... 

"Baston'un Başkenti Devrek Yaz Şenlikleri"'ne de denk gelince, gider gitmez akşam saati kendimizi dışarı attık. Sıcak yaz akşamında, çocukluğumun Ankara Gençlik Parkı eğlencelerini hatırlatan, Devrek Lunapark'ını geride bırakıp, ilçeyi ikiye bölen Devrek Çayı üzerindeki asma köprüde yaylana yaylana yürüyerek, şenlik standlarına geçtik. Gözüm bastonlarda ama düşündüğüm tarz, boyuma göre bir baston ya da daha doğru deyişle "asa"** bulmanın o kadar da kolay olmadığını anladım. Yürüyüş batonu yerine geçecek asa tipi modeller az sayıda ya da bana göre kısaydı. Dönüşte Bastoncular Çarşısı'ndan geçip, bir de orada şansımızı deneyelim dedik.



Devrek'te Ayşegül ve Ersel Usta'nın Bastonevi'nde 

Saat gecenin onbiri. Şans eseri dükkanına uğrayan Bastonevi'nin sahibi Ersel Bey ile tanışıp anlattık durumu... Trekking, doğa yürüyüşü batonu, üzerine yazı yazdırma derken siparişimizi verdik. Bir-iki güne hazır olan ben diyim baton, siz diyin asa'mızı alırken baston sohbeti koyulaştı. Sergiledikleri bastonlarının yanında duran "BASTON TARİHİ, Devrek'ten Bastonla Tarihe Bakış" kitabını hediye etti sağolsun. 


Devrek Bastoncular Çarşısı

Bir yeri ilk kez görmenin yeri ayrı. Hele ki, coğrafya, tabiat bambaşka bir şekle bürünüyorsa... İşiniz gücünüz, yeme içme, hatta mizacınız, yaşadığınız yere göre şekillenebiliyor. Kimileri "coğrafya kaderdir" diyor kısaca. Baston ve Devrek'in ilişkisini de bu anlamda merak ediyordum, neden başka bir ilçe değil de Devrek bu kadar ünlenmiş diye... Türkiye'de bastonculuk yapan diğer bölgelerden Devrek'in ayrışmasının sebebi, bastonculuğun belirli bir tarihsel süreç içinde gelişmesi, sanatsal anlamda bir değer olarak düşünülerek, geleneksel olarak hem Türkiye hem de dünya çapında ün yapmış olmasından kaynaklanıyormuş... İnsan niyetlenmeye görsün, yürüyüş batonu ararken, baston kültürünü keşfetmek, yazmak ta varmış.

Kitap vesilesiyle, farklı kültürlerde, devlet yönetiminde, din adamları arasında bastonun anlamını, sanatsal tarafını, dünden bugüne ustadan çırağa el vererek bastonculuğa emek verenleri anmak istedim. 



Ömür Çelikdönmez, Ömer Yılmaz ve Raşit Korum'un Değerli Eseri


  • Antik Yunan, Mısır'a kadar gidiyor bastonun mazisi.. Herkeste mesleğine, toplumdaki konumuna uygun baston bulunurmuş o zamanlar... Çoban'ın, tüccarın, firavun'un ayrı gibi...

  • Hristiyanlıkta papazların, psikoposların, eski doğu dinlerindeki din adamlarının elindeki asaların sembolik bir gücü varmış. 

  • Eski Türklerde, Hint ve Çin'de "Tuğ" adı verilen, atkuyruğu ile bağlanmış, altıntop ile sonlanmış, törenlerde kullanılan sırıklar, tüylü bastonlar kulanılmış.

  • İslamiyette de, Hz. Muhammed'in "Anaze" denilen bir asası varmış ve asa taşımak sünnet kabul ediliyormuş.

  • Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Musa'nın asası geçer ve bu mucizevi bir bastondur, onun peygamberliğinin adeta alameti olarak biliniyor.

  • Tasavvuf literatüründe, dervişlerin kullandıkları çugan, mütteka gibi çeşitli nesneler, asa çeşitlerinden sayılır ve "dervişlerin çeyizi" olarak anılırmış. 

  • Asa, Türklerde Müslüman olmalarından sonra görülmüş. Türklerde baston yüzyıllar boyunca hem bir dayanak, hem de mevki, memuriyet alameti olarak protokol icabı kullanılmış. Osmanlı Devletinde saray hizmetlileri, devlet memurları, silahlı güçler arasında asa taşıyanların uzun bir listesi var.  

  • Asadan daha kısa ve ince olan baston, göbek hizasında, bitiş kısmı topuzlu veya "L" şeklinde olur, Avrupai kıyafet tamamlayıcısı olarak önceleri "Frenk değneği" olarak ta anılmış. Tanzimat hareketiyle, asa yerine bastonun geldiği de söylenmektedir. 

  • Avrupa'da, XVII. yüzyılın başında Catherine de Medici bastonun tanıtımında önemli rol oynamış. Fransa'nın ünlü İtalyan ailesinden gelen kraliçesi, kullandığı bastonun topuzunda parfümünü taşırmış aynı zamanda. 1789 Fransız Devrimi ve burjuvazinin iktidara gelmesiyla asa güç simgesi olmaktan çıkıyor konfor ve şıklığın simgesi haline geliyor. 

  • Fransız yazar Balzac şöyle demiş, -asayı taşıyış şekline göre kişinin ruhunun nasıl olduğu anlaşılır. Balzac'ın kendisi de bastona meraklıymış, hatta sıradışı bir bastonu da varmış. Kısa, kalın, topazı turkuaz taşlarla süslü. (Balzac'ın resimlerini araştırırken, bir Fransız Atasözüne rastladım, kısa yoldan zarafet kazanmakla ilgili. "Bastonu kullan, Barona benze."" (Habille un bâton, il ressemble à un baron").

Honoré De Balzac ve turkuaz taşlı bastonu

  • Devrekli ustaların baston yapımında kullandıkları asıl malzeme kiren ya da kızılcık ağacından geliyor.

  • Yılan Figürü, devrek bastonunun vazgeçilmez süsü. Yılanın sırrı, sebebi, kitabın en derin ve ilginç bölümlerinden biri. Yılanın, sağlığın, ebedi hayat ve gençliğin sembolü olduğunu söylemekle yetinelim. Yılanın yanısıra, kartal, at ve aslan figürleri de var. Her figür ayrı mitolojik bir konuya, ayrı bir uygarlığa götürüyor.

  

Devrek Bastonları

  • Karadeniz'in Kadınları, baston üretiminde sanatında aktif olarak çalışıyor, çarşıda, atölyelerde hemen farkediyorsunuz.

  • Atölyelere Devletin vergi desteği, Halk Eğitim'deki kurslar, seminerlerle bu sanatın yaşatılması ve yöre halkına geçim kaynağı olması çabaları sürüyor.


Baston Atatürk'ümüzün de Sık Kullandığı Bir Aksesuarmış 

  • Kitapta adı geçen ustaların hepsinin eline, yüreğine sağlık derken, kitaptan önce de Devrek'teki ustalardan ismini duyduğum hikayesi, hizmetleri ile dikkat çeken Münteka Çelebi'yi bir kez daha saygıyla analım.


Yürümek ve Yazmak, YaşamBoyuÖğreniYORUM Ba(s)tonumda iki tutkumu birleştirdim.
  
**Asa: Hükümdarların, din adamlarının, kumandanların ellerinde tuttukları maddi manevi kuvvet ve otoriteye delalet eden ağaç veya madeni sopa, dayanmak veya dayak atmak için kullanılan uzun değnek, barutun icadından önce mızrak ve kılıç gibi uzun silahlara verilen addır.


16 Temmuz 2017 Pazar

SEVMEK GÜZEL MESLEK - BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU SEV(R)GİSİ



Şehre Bedri Rahmi Eyüboğlu* gelmiş... hem de güzelim resimleri, şiirleri, Aşık Veysel'in mektubu, Yahya Kemal'in el yazısı notu, sanatçının en yakınlarının hayatına tanıklıkları, ruhuna yakınlıklarıyla..., gülümse...

Ankara CerModern'de 7 Nisan - 30 Temmuz tarihleri arasında ziyaret edebileceğiniz "Sevmek Güzel Meslek" isimli sergiden bahsediyorum.  



    "Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde"

"Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde 
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın,
Bir gelincik sinsi sinsi kanar" 

Yazarken aklıma geliyor, okuduğunuz blog'u ilk kez çevreme duyurma telaşı içindeyken de, yanımdaydı Bedri Rahmi şiiriyle... Bazı konular benim için o kadar heyecan verici olabiliyor ki, yazmam gerektiğini düşündüm demeye çalışırken, 

"Bu karpuz
Çok kırmızı
Bölüşmek şart"

dizeleri aklıma düşmüştü.  Bu sözlerle meramımı anlatmalara girişmiştim geçen sene.  Bütün şiirlerinin bir araya getirildiği "Dol Karabakır Dol" kitabı ise bu sene  8. sınıf öğrencisi kızım Bahar'ı epey meşgul etti.  Çocuklar okulda Türkçe dersinde uzun uzun "Dol Karabakır Dol"'un şiirleriyle, resimleriyle sanatçıyı tanıdılar. Şiir çözümlemeleri üzerine proje yaptılar.  TEOG sınavı yılında, dershane koşturmacasının, kuru test sorularının yanında, bir nefes oldu kitap.  Nasıl olmasın.., Bedri Rahmi'yi okurken, insanın alıyla moruyla rengi, karadutu, ayvası, narıyla meyveyi, ağacı, kuşu, memleketini, türküsünü, ana dilini daha bir sevesi geliyor.  Şiir dili, kolaylıkla şairin içten ve yalın dünyasına ortak ediveriyor sizi...  Üslup kişinin kendisidir, sözü misali, sadece diline değil, insan olarak kendisine de yakın hissediyorsunuz kendinizi.  O nedenle, CerModern'deki sergi, bizim için senenin en güzel sanat haberi oldu diyebilirim. Sergiyi ziyaret için planlanan okul gezisi yapılamayınca, kızımla seve seve müzenin yolunu tuttuk.



işte kitabımız...

CerModern, başkentin Bedri Rahmi Eyüboğlu'na yakışacak bir sanat mekanı. Sergiyi, sanatçının aynı zamanda hocalık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nden öğrencileri, Ressam İbrahim Örs, Hanefi Yeter ve Fahri Özdemir hazırlamış.  Sanatçının her döneminden eserlerini, mektup ve fotoğraflarını görüyorsunuz.  Eserlerin büyüleyiciliği yanında, Bedri Rahmi'yi yalnız sanatçı yönüyle değil, insan olarak ta tanıtan, harika bir belgesel çekilmiş. (https://youtu.be/AgHf5KkZ7Co linkten izleyebilirsiniz).

Bedri Rahmi'nin şiir ve resim alanlarında en üst düzeye ulaşmış bir sanatçı, çok yönlü bir rönesans insanı olduğu, hepimizin malumu.  Belgeselde, serginin küratörleri, eski öğrencileri, torunu ve gelininin içtenlikli anlatımıyla başka şeyler de öğreniyorsunuz.  Sanatçının kendi ile ilgili algısı, öğretmenliğine toz kondurmadığı, öğretmeyi ne denli sevdiği, öğrencilerine özveriyle yardım etmesi, çok sevilen, sayılan bir insan olması gibi...        



Belgeselde en çok vurgulanan konu ise, sanatçının halk sanatını şiire, resme taşıması, Anadolu'nun türkülerini, masallarını, motiflerini kendi üslubuyla, kübizmle buluşturması, onları dünya galerilerine taşımasıydı. Yaşar Kemal bu minvalde "Anadolu'nun kedisiydi, koklamadığı yer kalmamıştı" demiş Bedri Rahmi Eyüboğlu için... Sanatçılar birbirini en iyi anlıyor, en veciz ifade ediyor tabii...













"Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Aşık Veysel'ine Bakış"





Konu Bedri Rahmi olunca, doğal olarak resim ve şiirden gittik hep.  Kendisinin ressam mı, şair mi olarak anılacağı gibi tartışmalar olmuş bir de zamanında... Bu tür, tekçi yaklaşımlara üzülen sanatçı, resim sanatını şiirden ayrı, şiiri ise resmin dışında düşünemezmiş. Resimde "şiir yolu" gibi tanımlamaları, şiiri şekil bulmuş resim, resmi şekillenmiş şiir olarak gördüğü değerlendirmeleri varmış... Tüm bunlar, vaktiyle gitmeye niyetlendiğim bir yazı atölyesinin broşüründe gördüğüm Voltaire'in "Yazı sesin (içimizdeki seslerin) resmidir" sözünü anımsattı... Muhtemelen sanatın her dalı birbirini besliyor, sanatçının kavrama gücünü artırıyor...   


"Yazı sesin (içimizdeki seslerin) resmidir. -Voltaire"



Tekrar sergiye dönersek, dilerim yolunuz düşer, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun güzellik ve duyuşlarla bezeli dünyasına girme ayrıcalığına sahip olursunuz...


Türküler Dolusu

Kirazın derisinin altında kiraz

Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var
Canıma ciğerime dek işlemiş
Canıma ciğerime
Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez
Ne yana gitsem nafile.
Memleketin hali gözümden gitmez
Binbir yerimden bağlanmışım
Bundan ötesine aklım ermez.

Yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik, damar damar
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri
Bir avuç tiftik
Bir çimdik çavdar
Bir tutam şile bezi gibi
Dişimden tırnağıma kadar
Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım
Şairim şair olmasına
Canım kurban şiirin gerçeğine hasına
içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter
Eğri büğrü, kör topal kabulüm
Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm

Hey hey, yine de hey hey
Salınsın türküler bir uçtan bir uca
Evelallah hepsinde varım
Onlar kadar sahici
Onlar kadar gerçek
insancasına, erkekçesine
´Bana bir bardak su´ dercesine
Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.

Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen´i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…
Ben türkülerden aldım haberi.

Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız, çırılçıplak
Dişisi dişi, erkeği erkek
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara
Bıçağı bıçak .
Ah bu türküler köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin reyhasından geçilmez
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.

Ah bu türküler, köy türküleri
Olgun bir karpuz gibi yarılır içim
Kan damlar ucundan, mürekkep değil
işte söz, işte ses, işte biçim:
´Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar´
iliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.

Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen…

Bedri Rahmi Eyüboğlu





Mari Gerekmezyan (Karadut)'ın 


yaptığı Bedri Rahmi Eyüboğlu Büstü




 Karadut Şiiri... Sergideki Eserlerle

https://youtu.be/Vm7rNGv8puU



Bedri Rahmi Eyüboğlu, İskilip Günleri Belgeseli 


* Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975), Türk ressam, yazar ve şairdir. Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te sürdürdüğü resim öğreniminin ardından yurda dönmüş ve yaşamı boyunca Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermişti

*Bedri Rahmi Eyüboğlu Şiirlerinde Işık ve Renk Unsuru, Mitat Durmuş, Türkoloji, C.XIV, S.1, Ankara 2001, s.239-254)

2 Haziran 2017 Cuma

İNSANIN EN İYİ İLACI YÜRÜMEKTİR - Walking is Man’s Best Medicine (Hipocrat)


Benden söylemesi.., hafta sonları sabah erken saatlerde, Ankara'nın belli başlı buluşma yerlerinde, bir şeyler oluyor... Kumrular Sokak, Milli Kütüphane, Armada'da bir hareket, bir bekleyiş... Rengarenk yürüyüş kıyafetlerini kuşanmış, çantasını, kumanyasını hazır etmiş “doğa yürüyüşü” (trekking) meraklıları minibüslerinin yolunu gözlemekte o sıra... Aralarında, her yaş, meslek grubu, hayat görüşünden yeni başlayanlar, müdavimler var...

Çoğu kimse henüz sıcak yatağıyla vedalaşmamışken, bu insanlar, çoktan güne, dağları tepeleri arşınlamaya hazır... 3-5 yıldır, bu gruplarla çeşitli yürüyüş faaliyetlerine katılıyorum. O nedenle, nereden geliyor bu enerji, doğa sevgisi, yürüyüş günü nasıl geçiyor, insana ne kazandırıyor konularında yazmak istedim. Ama asıl niyetim, doğada geçirilen zamanları, doğa yürüyüşü sporunu ve “açık hava öğrenmeleri”/“macera eğitimi”ni konuşmak üzere, bu işin hem tutkunu hem de profesyoneli, birlikte çok kez yürüdüğümüz Sevgili Rehberimiz Gökhan Koçak ile sohbetimizi paylaşmak. 

                                                                 
                               Çayyolu - Ankara

İşini “Doğanın dilini öğrenmeye çalışmak” olarak tanımlayan Gökhan Koçak'a sözü vermeden, girişte başladığım "yürüyüş günü"nü tamamlayayım. Önden küçük bir itiraf ile... Bana göre, doğa yürüyüşünün asıl zor tarafı, hayattaki türlü sorumluluğu, düzeninizi yoluna koyup, hafta sonu bir gün ya da 2-3 günlüğüne "ben yokum dağdayım" deyip kapıdan çıkabilmektir... 

  "Bitirmem mucize değil asıl mucize başlamak için gösterdiğim cesaret." sözü ile tanınan koşucu John Bingham'ın dediği gibi yetişkin olarak başlamayı başardıysanız, hobinizin size yaşatacağı güzellikleri haketmişsiniz demektir.

Yürüyüş günü sabahında buluşma noktalarından servislerine binen yürüyüşçüler birbirini yabancılamanın ve sabah mahmurluğunun sessizliği içinde yola koyulur... Güzergah Kuzey Ankara hattında kah Beypazarı, Kızılcahamam, Çamlıdere, kah Gerede, Çubuk'tur... Bir iki saate kalmaz, Rehberlerin uygun gördüğü bir düzlükte arabadan inilir. Kısa ısınma hareketlerini, pantalon paçalarının ıslanmaması için takılan tozluk, güneş kremi, gözlük hazırlıkları izler. 


Ankara'nın gri sokakları yerini mevsimine göre renk, koku cümbüşüne ve mutlaka temiz havaya bırakmıştır artık... Yayladaki koyun keçi çanlarının ritmik sesi, yayla sakinlerine verilen selamlarla yürüyüş başlar... Temponuza göre ister rehberinizin yanında öncü grupta, ister artçı rehbere emanet, grubun sonunda olursunuz... Yürüyüş boyunca yeni insanlarla tanışmak, sohbet hoş olsa da, fazla lafa dalmak, hele işten güçten, siyasetten konuşmak hoş karşılanmaz. Ormanın dağın içinde, şehirden ne denli farklı bir eko-sistemin misafiri olduğunuzu ancak çevrenize dikkat ederek gözlemleyebilirsiniz çünkü. Biraz dikkat, biraz şans ile görebilecekleriniz... Çamurda, karda yaban domuzu izi, dev kanatları* ile tepenizde süzülen yırtıcı/ötücü kuşlar, milyonlarca karıncanın biraya gelerek dökülen çam ibrelerinden yaptıkları bir metre civarındaki "termit" adı verilen karınca yuvaları, ilkbaharda muhteşem koku ve tattaki dağ çilekleri, sarı, mor çiğdemler, yaz sonu böğürtlen, ahlat, kızılcık, kuşburnu meyveleri, sonbaharda envai çeşit mantar... Ağaçların, kayaların, göllerin türü derken, yürüyüş adeta bir keşfetme, öğrenme sürecine dönüşür. Tecrübe ve bilgi yönünden, yürüyüşçüler arasındaki, şehir çocukları ile köy çocukları ya da meslek, hobi icabı bilgi sahibi olanlar hemen anlaşılır.  Şahsen ağaç türlerini bilmemek beni üzer... Dendroloji* diye anılan ağaç bilimi konusundaki Kırsal Çevre Ormancılık Derneği'nin eğitimlerine katılmaya niyetlenirim her yıl...









Farklı yaşam alanlarını keşfetmek, "Dağların Arkasında Dağlar Vardır.", ("Beyond Mountains, There are Mountains") diyen Haiti Atasözündeki gibi zamanla hayata bakış açınızı bile değiştirebiliyor. Büyük küçük her canlıya saygı gösterme zorunluluğu, daha sade bir hayat sürme isteği, maddiyata dayalı hırsların gerilemesi ilk aklıma gelenler... 

Doğa yürüyüşlerinin, "estetik", "sağlık" ve "öğrenme" bakımından başka hiçbir şeyle kıyas edemeyeceğim bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Abarttığımı düşünmeyin, sınırlı tecrübe ve bilgim ile yazdıklarımın çok daha ötesinde bir zenginlik ve çeşitlilik söz konusu... Devamını merak edenleri, sohbetimize alalım...

S. Gökhan, doğa sevgin, merakın nasıl başladı, gelişti... Doğa Yürüyüşü rehberi olmaya giden yaşam hikayenden bahseder misin?

GK. Küçüklükten gelen bir eğilim, yaşanmışlıklar var. İstanbul Kurtköy’de kuzenlerle tatiller yapardık. Yine o dönemler, Safranbolu’da orman köylerinde bulundum… Ağaç kütüklerinden çocuklar olarak ağaç ev yapmalara kalkışmıştık. Doğa sevgim, oyun duygusu etrafında gelişti diyebilirim. Beş yaşlarımda hatırlıyorum, kuzenlerimle ağaçların arasında gezinirken dereye indiğimizde karıncayı, su yılanını gördüğümüzü, bacağımıza dolandığını, birşey yapmadığını deneyimledik. Doğayla küçük yaştaki bu tanışıklık çok değerli. Kuşa, çiçeğe duyarlılık, ilgi, hayvandan, böcekten, dereden korkmamanı sağlıyor. Korku tecrübe etmemekten kaynaklanıyor çoğu zaman.

Doğa yürüyüşü rehberliği de zaman içinde gelişti diyebilirim. 1999 sonbaharında doğa yürüyüşlerine başladım. Bir taraftan da, Ankara Dağcılık ve Kayak Spor Kulübü’nün faaliyetlerine katılıyordum. Dağcılık sporunun temelinde trekking olarak bilinen doğa yürüyüşleri vardır. Genellikle dağcılar önce doğa yürüyüşlerine katılıp daha sonra dağcılığın farklı disiplinlerine yönelirler. Temel dağcılık ve kampçılık eğitiminden sonra tırmanma ve dağcılıktansa doğa yürüyüşünü daha çok sevdiğimi anladım. Yürüyerek çıkılabilecek dağları tercih ediyorum. Birkaç sene düzenli yürüdükten sonra bu kararın oluştu diyebilirim.  Doğadaki çeşitliliği gözlemlemek, bitki, hayvan, topografik, jeolojik yapı, bölge insanının kültürel özellikleri, tüm bunların birbirleriyle ilişkisini keşfetmek daha fazla ilgimi çekti.

Yıllarca hafta sonları yürüdüm. Konuşmadan, gözlem yaparak, kendimi etrafıma vererek, sessizce yürürdüm. Bu sessiz biri olduğum izlenimini verdi. Oysa, kendini vererek yürümedir bu. Çocukluk yaşantılarımı hatırladım bu yürüyüşlerde, kuşun, derenin sesini... 

Birkaç sene boyunca düzenli doğa yürüyüşü yaptıktan sonra bu yürüyüşler bir tutkuya dönüştü ve hayatımı bu yolla kazanmaya karar verdim. Teknik ressam olarak çalışıyordum, 2002’de özel sektörü bıraktım. O zamandan beri de, doğa yürüyüşü ve kampçılık deneyimlerimi lider olarak paylaşmaya karar verdim. 2008’den itibaren de, Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği (DASK) bünyesinde Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması (DOGAY*), Anadolu Dağ Maratonu (ADAM*)  etkinliklerine katıldım ve aynı zamanda doğa yürüyüşlerine liderlik etmeye başladım.


                                        Haramitepe - Kızılcahamam

S. Daha önce doğa yürüyüşüne katılmamış biri için bu spor hakkında bilinmesi gereken temel bilgiler nedir?

GK. Doğa yürüyüşü, doğa sporlarının en basit, en az riskli olanıdır yine de doğa sporları riskli spor dallarına girer. En basitinden, bir kaza anında yardıma erişme olanakları şehirle aynı değil. Bunu kabul edip gelmesi gerekiyor katılımcıların. Rehberler bu yönde bilgilendirme yapmalı. Akciğer, yüksek tansiyon, kalp, eklem hastalığı, kronik rahatsızlığı var mı, ilk gelen kişinin bu konularda bilgilenmesi gerekir. Bir de, standart risk seviyesinin üstündeki yürüyüşlere rehber hiç tanımadığı kişiyi almamalı çünkü rehber ancak düzenli yürüyen grup üyelerinin yeterliklerini bilebilir ve hatta gerektiğinde grup üyelerinin takım arkadaşlığı ile birbirine yardım etmesini isteyebilir. 

Asıl amaç herkesin doğadaki bütün patikalarda, orta zorluktaki yürüyüş alanlarında yürüyebilme becerisine sahip olmasıdır. Tüm bu sebeplerden, başta temposu düşük km'si az olan gruplarla başlanabilir. Bazı gruplar performans üzerine, bazıları daha sosyalleşme üzerine olabiliyor. Mesafe söylemek gerekirse, yürüyüş uzunluğu yaz, kış mevsime göre değişebilir. Parkurun zorluğuna göre, kışın 5-12, yazın 12-20 arasında yürüyoruz. Çok daha fazlasını yürüyenler de var.




                                                                  
                                          Likya Yolu


S. Giyim kuşam, yardımcı gereçlerle ilgili ne önerirsin?

GK. Sosyal medya üzerinden insanlar yürüyenlerin fotoğraflarını görüyor. Bazılarında bu olumsuz etki bırakabiliyor. Sanki bu işin çok teferruatlı kıyafetleri, aksesuarı gerektirebileceği düşünülüyor ya da ortamdaki sosyallik içinde yalnız mı kalırım önyargısı olabiliyor. Oysa doğa yürüyüşü malzemesi şu diye bir kural yok. Bu sporu sevdikçe gerekli malzemeleri almak en güzeli. Baton (baston) yerine dal parçası, asker postalı, eşofman, iptidai bir sırt çantası ile ben bu spora başlamıştım. Sırt sistemi havalandırması olan çanta, termal kıyafet gerekmiyor illa ki. Yurtdışında çok rastladım, bazı insanların asaları var ve bu insanların babaları dedeleri bu asaların tutacak kısımlarına oymacılık el sanatı ile insan, canlı kafası yapıyor oyarak, yazı yazıyor hatıra olarak ve o asayı çocuğuna torununa hediye ediyor. 

S. Yürümek hem bir aile geleneği, hem de sanatsal, ruhu olan bir iş haline getirilebiliyor demek ki. 

Doğa yürüyüşü rehberi olmak için resmi bir süreç, kokart var mı?

G.K. Trekking rehberliği için resmi süreç, kokart yok. Dağcılık Federasyonu bir süre “mihmandarlık” unvanı verdi ama epey zaman sınav açmadı. Duyduğum kadarıyla, Federasyonun yeni yönetimi doğa yürüyüşü ile ilgili bir birim oluşturdu. Mevcut durumda, Dağcılık, Doğa Sporları Klüplerinin eğitimlerinden geçmiş, yetişmiş, deneyimli sporcuları acentalar bu etkinliklerde rehber olarak tercih ediyor.   

Yürüyüş alanlarındaki yöre insanını rehber olarak bu işin bir parçası yapmayı amaçlayan "alan kılavuzluğu" konusu var ayrıca.  Valilik, Kaymakamlık “alan kılavuzluğu” belgeleri verdi. Bu girişimle, Ağrı Doğu Beyazıt, Kaz Dağları, Doğu Karadeniz’de yaşayan halk “alan kılavuzu” olabildi. Yeni bir meslek, gelir kaynağı olmasının yanısıra, beraberinde gelişen ev pansiyonculuğu yöre insanının yaşadığı çevreye sahip çıkmasını da destekliyor.  Geçmişte doğa yürüyüşüne gelenleri anlamakta biraz zorluk çeken yöre insanı şimdilerde yürüyüşçü ve gezginlerin dünyasını, ihtiyaçlarını daha iyi gözlemliyor.  Dağ köylerindeki vatandaşlar, bizim bastonları, fotoğraf makinesi çantalarını vaktiyle define aramakta kullanılan dedektör sanıyorlarmış.

Blog’unda yaptığın hikaye paylaşımları önemli. Yılllar önce “Beyaz Gölge” dizisi ve Türkiye’nin Balkan basketbol şampiyonluğundan sonra gençler, bu sporcuları rol model aldı baskete başladı. Şehirde, seyahatler sırasında otobüs terminalinde yürüyüş kıyafeti, çanta vs. ile beni görenler soruyor “Nasıl yaparım, annem ormana gitmemden korkuyor” gibi duygularını paylaşıyor, Gençlerin yeni tecrübelere, becerilere açık olması önemli. 

S. Deneyimli bir doğa yürüyüşçüsünün zamanla ne tür beceri ve duyarlılıkları kazanmış olması beklenir? 

GK. Bir doğa yürüyüşçüsü zorlu yıpratıcı alanlarda da yürüme becerisine sahip olmalıdır. Patika var, sıkıntı yok kaymıyor, manzara var. Güzel ama bir de "çarşak" alanda yürümek vardır mesela. İrili ufaklı taşlık alanlarda, yatay yamaçlarda olur, çarşak. İnersin çıkarsın yan geçersin. Kontrolünü zorlar böyle yollar. Buralarda kaymadan, elindeki batonları kullanarak yürüme becerisini öğrenirsin zamanla. Ya da ormanlık alanda, sık orman, jungle'dasın önüne çıkan dalı nasıl kaldıracağını, mesafeli yürümeyi öğrenirsin. İlkbaharda dikenli sarmaşıkları baton kullanarak açarsın. Harita kullanma becerisi var sonra. Harita, pusula eşliğinde yön bulma, gittiğimiz yeri haritada bulma gibi. Yılda birkaç kez harita ve pusula ile yön bulma etkinliği yapıyoruz.  Zamanla doğayı tanıyan insan olarak, olur a tek başına kaldın. Yenilebilen şeyleri bilirsin, kuşburnu, böğürtlen, ahudu, yabani kiraz, elma. Su kaynaklarından su içmeyi bilirsin, böyle ayakta kalırsın. Çok zorda kalırsan dereden içersin, olabildiğince köyden uzakta olacak şekilde. Kayboldun karanlıkta oyukta geceyi geçirdin içeri girip yan yatıp, çantayı önüne koymayı bilirsin. Gece hayvan gelirse çantayla karşılaşır.

Duyarlılık anlamında, insanların farkındalıklarının artması, bakış açılarının değişmesi yaşanabiliyor. Bir rutinimiz var ve o kentte yaşama ile alakalı. Hemen doğaya odaklanamıyoruz. Gözlemler yapıyoruz doğada ama kentten getirdiğimiz alışkanlıkları sürdürüyoruz ister istemez. Kent ile ilgili sohbetleri doğada yapmaya çalışıyoruz mesela çok istemediğimiz bir durum ama alışkanlık. Kentte canımızı sıkan hoşumuza giden ne varsa bunu doğada da yaşamak istiyoruz.


                                        Aladağlar - Niğde

S. Anda olmak, anda kalmak, (mindfulness) yaklaşımı var psikolojide onu çağrıştırdı anlattıkların.

GK. Doğada yürümeye başlama, bilmediğini keşfetmeye çalışma süreci. Ama zihinlerde kentteki gündelik hayat o kadar kolay geride bırakılamıyor. Başarmaya çalışan insanlar var. Meditasyon yapan, anda kalmaya dikkat eden, rahatlamaya, uzaklaşmaya çalışanlar var. Yürürken doğayı sessiz bir şekilde dinlemeye çalışanlar derdi var gibi algılanıyor toplumdaki koşullanmalarla.

Coğrafyanın, bitki örtüsünün ve hayvan çeşitliliğinin farkına varıp, bunlardan haz alma duygusu, koruma bilinci, doğa yürüyüşlerinde deneyim kazandıkça artıyor. Yürürken doğadaki kirlenme, çöp, orada olması beklenmeyen şeyler çarpıklıklar göze batıyor, canımızı sıkıyor sonra bu çöpler buraya nasıl geldi diye düşünüyorsun. Doğayı koruma bilinci gelişiyor böyle böyle. Doğaya baktığında gördüğün o sonsuz güzel döngüyü insanın neden bozduğuna dair bir soru beliriyor. Yaşayarak öğreniyorsun kirliliği. Sınıf ortamında duymak farklı, bulunduğun yerde pisliği, tahribatı görünce hissedilen etki farklı oluyor.

S. Yürüyüşün grup halinde yapılıyor olması katılımcıları nasıl etkiliyor ?

GK. Yürüyüş öncesi yabani hayvan, böcek, yükseklik gibi çeşitli korkuları olan  katılımcılar grup içinde rahatlıyabiliyor. Aklımın ucundan geçirmediğim bir sürü şeyi yaptım, başardım diyebiliyor. İnsanlarla birlikte olma duygusu, bu noktaya getiren.  Grupla, iki defa Fethiye'de Kelebekler Vadisi'nde 300 metre aşağıya iplerle indik. Bu tür etkinliklere hiç tanımadığım insanlarla girmeyi tercih etmiyorum. Yürüyüş lideri zaman içinde insanları tanıyor, kimlerin nerede tepki verip zorlanacağını öngörebiliyor. Kimin ne yapabileceğini biliyorsun. "Dağ arkadaşlığı", "İp arkadaşlığı" vardır dağlarda. Sualtı dalışlardaki buddy, danstaki partner gibi. Aynı şey doğa sporlarında da var, "takım arkadaşlığı". Grubun birbirini tanıması, büyük bir güven sinerji duygusu oluşturuyor.

Arkadaşlarla birlikte olmanın, güven vermenin korkuları yenmeye faydası var. Psikoterapik bir durum var yani yürüyüşte. Doğa önüne çıkardığı beklenmedik durumlarla senin sınırlarını, esnekliğini deniyor. İnsanın, başkasına güvenme duygusunu pekiştiriyor, insanı sınıyor gibi doğa.


                                                             
                                        Işık Dağı - Kızılcahamam

S. Nasıl bir sınama, biraz açıklar mısın?

GK. Toplum hayatında, şehirde hepimizin kontrol ettiği bir görünüşü var. Ama doğa kontrol ettiğin şeyi biranda yok edebiliyor. İnsanın kimyasının bozabiliyor. Çok cesur, rahat bildiğim arkadaşların kalakaldığı, donduğu, tedirgin olduğu anları görebiliyorsun. O anda korkmuyormuş gibi davranmak mümkün değil. Doğa aslında zorluk çıkartmıyor sadece kendini ortaya koyuyor. Sen bunu zorluk olarak tanımlıyorsun. İnsanın önüne koyuyor tepeyi, dağı. Beni anlayarak ilerlemen gerekiyor diyor. 

İdealize doğa yürüyüşü kavramı azalıyor tecrübelendikçe. Her zaman bir yamaç, tatlı bir patika oradan çiçekler fışkırmış, güneş bulutların arasından görünüyor gibi fotoğraflardaki hava olmaz. Yağmur, çamur, ıslanma, düşme, sağını solunu çizme de var.  Bu zorluklar, paylaşımı, dayanışmayı artırıyor. Giyim kuşama kadar. Başkasının eşyasını, çorabını kullanma konusunda rahatlıyorsun. O yüzden diyorum terapi gibi diye. 

S. Devam edebilmek için uyumlu, esnek olmak gerekiyor değil mi? 

GK. Elbette. Şehirde herşeye hakim olduğunu düşünüyorsun, birtakım şeylere sahipsin. Doğada bu duygudan çıkıyorsun. 3 metrelik dereyi aşamadığı için 500 metre yürümeyi göze alan birisi Gökhan yardım eder başkaları yapıyor, ben de yaparım, korktuğumu belli etmeyim gibi duygularla, grup dinamikleri ile risk alabiliyor. Sınırlarını zorluyor. Yani doğa konfor alanından çıkartmış oluyor insanı. Bunun için de gün boyu küçük küçük rahatsız ediyor. Daha yola çıkarken başta uykudan taviz vermek, bütün şehir konforundan uzaklaşmak bile esneklik gerektiriyor.

Düzenli yürümek, ayda bir yapmak ya da her hafta gidiyor olmak, bunların hepsi başka başka etkiler doğuran deneyimler. Çok büyük faydaları var. Yürüyüşçü olarak sen de biliyorsun. Yaşayarak öğrenme, gözlem duygularını geliştiriyor, üst seviyeye çıkartıyor.

S. Doğru, katılıyorum sana. Doğadaki şartları tecrübe edince, şehirde daha az kaprisli oluyoruz sanki. Öğrenmelerde de koklayarak, tadarak, görerek farkettiğin yeni şeyleri daha kolay öğreniyorsun, kolay kolay unutmuyorsun.

Son olarak, düzenli yürüyüşün faydaları bütün doktorların dilinde. Tıbbın babası Hipokrat’ın "İnsanın en iyi ilacı yürümektir." sözü de biliniyor.  Gün boyu dağlarda, yaylalarda yürümenin beden ve ruha etkisini sen nasıl hissediyorsun?

GK. Çalıştığım dönemde, hafta sonu yürüyüşünden sonra bir gün olsun Pazartesi sendromu yaşamadım. İşyerlerinde çalışanlar arasında bu sorun olabiliyor biliyorsun. Sonra doğa beni daha sabırlı bir insan yaptı.  Gördüm ki, doğada hiç birşey olması gerektiği zamandan önce gerçekleşmiyor. Bu bana emek verme, sabretmeyi öğretti, akışa bırak kendini…


Sohbetimizin "açıkhava öğrenmeleri", "çocuklarla yürüyüş", "Türkiye'deki tematik kültür rotaları" ve "yurtdışına yürümek" kısmı bir sonraki yazıda...



FAYDALI BİLGİLER :-)
  • Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği
  • Anadolu Dağ Maratonu (ADAM)
  • Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması (DOGAY) 
  • Dev Kanatlar Kara Akbaba Belgeseli
  • Kuş Fotoğrafçılığı Röportajı
  • Dendroloji Eğitimi 
  • Alan Kılavuzluğu

MERAKLISINA... 
  • Katerina Witt - Avustralya boyunca yürüyüş projesinde
https://www.youtube.com/watch?v=hffWhwM7j4o