İşte internet
aleminde bir blog daha, hem de “ÖĞRENME” üzerine olanından..,
breh
breh breh..., ama "YAŞAM BOYU", okulda bitmeyen,
yaşa, mesleğe, cinsiyete bakmayan, herkes için, sürekli, kesintisiz türden bir öğrenme
kastettiğim…
Aklınızda kalsın ve belki ilginizi de çeker diye işaret dilinden de yazıyorum...
ÖĞRENME
Türk İşaret Dili
Parmak alfabesiyle gösterilişi:
YAŞAM BOYU
Parmak alfabesiyle gösterilişi:
y |
“Peki neden blog
derseniz” vaktiyle Cem Yılmaz’ın diline doladığı “neden mizah?” sorusundan
esinlenme; öğretmen, eğitim profesyoneli değilim ama merak duygusuna sahip,
öğrenme hevesi taşıyan kadın, anne olarak,
“kendi kendine”
ya da
"genç-yaşlı birlikte”
yaşam boyu öğrenme’nin ve bu öğrenme deneyimlerini yazmak için kafa yormanın, hikayelerimizi dünyayla paylaşmanın hayatımıza anlam katacağına inanıyorum. “Anlam” deyip geçme sevgili internet okuru, yaşama sevincimiz, varoluşumuzun kalitesi var işin ucunda.
Haydi biraz şans tanıyalım bu yaşam boyu öğrenme
bloguna neymiş derdi...
Dilimizi kurcalarsak, -ö, -ög kökü bugün kullandığımız, -Düşünmek, Akıl, Öğrenmiş, Alışmış, Alışılmış- sözlerine götürüyormuş bizi... Peki, akıl, fikir, okuma, düşünme işleri okul gibi mecburiyet halleri olmadan, kendini bilinmeyene atarak, zihinsel ve fiziksel zorlama gerektiren öğrenme işi herkesin kalemi midir? Değildir belki de…, Toplum olarak okumayı sevmeyiz, tembeliz vs. gibi olumsuz genellemelere kolaylıkla ikna oluruz ancak buyurun atasözlerimize,
Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp…
Öğrenmenin yaşı yoktur… (ve hatta öğretmenin de :-)
Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum…
Etimoloji, atasözleri bir yana, öğrenme dediğimiz aslında kendini keşfetme,
tanıma yolculuğunun bir parçası değil mi… Bu gözle bakınca yaşamımız da bir öğrenme yolcuğu... Neler öğrenmedik
ki şu hayatta, bazen kendiliğinden, bazen ders, okul zoru, bazen de meraktan, zevkten, bir kimlik edinme,
aidiyet duygusundan.
Bir an için kendi yaşanmışlıklarımıza dönelim. Sokrates’ten beri insanoğlunun en büyük ödevi sayılan "kendini tanıma" yolunda en çok ne zaman kendimizin farkına vardık ? Sevmek, aşık olmak, terkedilmek, ölüm gibi sıra dışı, duygu dünyasını, zihni zorlayan deneyimlerde değil mi… Öğrenmenin de aynı ölçüde bizi zorladığını, dönüştürdüğünü düşünüyorum. Gerilere saralım biraz, okuma yazma öğrenme, okuma zevkini kazanma, yabancı dillere açılma, dijital-sayısal dünyayı, bir sporu, müzik aletini tanıma... Tüm bu becerileri edinmek için ne çok yorulup didindiğimizi ama bir de bunların öncesini ve sonrasındaki hayatlarımızı düşünelim…
İkinci bir dil bilmenin, ikinci bir ruha sahip olmak gibi olduğu söylenir... diğer taraftan İngiliz filozof Bertrand Russel, “İyi olduğunuz her şey mutluluğunuzu çoğaltır” diyor, iyi olmaktan kasıt, beceri, bilgiye dayalı olarak, yaratıcılıkla kendini ifade etme, bir kendini gerçekleştirme hali diyelim… Bugün artık günlük yaşamımıza iyice giren psikoloji bilimi de, mutluluğun bizim için -anlamı olan işler, -amaçlar etrafında büyüdüğünü destekliyor.
Sevgili okur, kişisel
aydınlanma, mutluluktan dem vuruyoruz ama günümüzde öğrenme
konusu her zamankinden daha çok ciddiye alınan bir politika alanı aslında... İnsan
sermayesini itici güç olarak kullanabilmek için, devletler ve uluslararası
kuruluşlar "Sürekli
Gelişim Kültürü", “Öğrenen Toplum" Öğrenen
Şehir” “Yaşam boyu Öğrenme” “Otodidaktizm”
kavramlarını 21. yy’ın temel meselelerinden biri
olarak görüyor.
Sizler de aynı fikirleri paylaşıyorsanız, kendimizin, çocuklarımızın ve hatta, yaşadığımız toplumda sorumluluk hissettiklerimizin öğrenme ve öğretme hallerine dair hikayelerimizi, öğrendiklerimizi paylaşalım diyorum...
Bu arada, “bahçemizi ekmek gerek” düsturu yaşam boyu öğrenmenin neresine düşer diyenleriniz var ise, bu ifade aydınlanma çağının
önde gelen düşünürlerinden Voltaire"in 1758 yılında yazdığı felsefi romanından esinlenme…, bu ağır girişten sakın sıkılmayın zira,
« Candide ya da İyimserlik »
isimli bu masalımsı roman aslında yüksek bir mizah duygusu ile
yazılmış, keyifle okunacak bir şaheser. Romanda olabilir
dünyaların en iyisinde yaşadığımıza inanan, iyimserlikle dolu,
saf bir genç Candide’in (samimi, saf anlamına gelir Türkçemizde)
bir talihsizlikle sevgilisinden ayrılıp yollara düşmesi, bütün
dünyayı dolaşması, gittiği her yerde gördüğü, savaş, acı,
gözyaşı sonucu kötümserleşmesi anlatılır. Voltaire, son
bölümde Candide’in yolunu İstanbul'a düşürür ve orada,
bahçesi ile uğraşmakta olan bir Türk köylüsü ile günlük hayat, çalışmak çabalamak üzerine sohbetine bağlayarak romanın meşhur mesajı ile romanı bitirir.., “bahçemizi ekmek gerek”…("il faut cultiver notre jardin") romanın altındaki kötümserlik vurgusuna karşın, iyimser bir son sözdür aslında,…hayatın anlaşılması güç açmazlarına, sıkıntılarına karşı, kişinin ve toplumun dirliği, huzuru kişinin değiştirip, güzelleştirebileceği günlük yaşamına, varoluşuna emek vermeyi bilmesinden geçer…
Yaşam boyu öğrenme idealine ve ruhuna
çok yakıştırdığım bir yaklaşım olduğu için blog uma
alt metin olarak da zevkle kullanıyorum…
0 yorum :
Yorum Gönder